Muallim Necati bey, Selanik göçmeniydi. Göçten önceki öğretmenlik yıllarında, Cumhuriyet kurulduktan sonra devlet yönetiminde önemli görevler almış olan eski bir öğrencisinin emriyle ilçe tapu müdürlüğünce, ilçeden kaçan en zengin Rumun geride bıraktığı tüm taşınmazlar, Muallim Necati beye tapulanmıştı. Öğretmenlik yılları yokluklar içinde geçmişti. Bu ummadığı büyük servet kendisine verilince, bu büyük lütufta bulunan öğrencisinin yüzünü kara çıkarmamak için çok hızlı bir tempoyla işine dört elle sarıldı.

Savaş nedeniyle yıllarca bakımsız kalmış olan zeytinliklerinde gerekli budama ve temizlik işlerini yaptırdıktan sonra, budamadan elde ettiği odunların karşılığında sürme işlerini de halletti. Binlerce ağacın bakımı kolay değildi. Selanik’te biriktirdiği sarı liralar olmasaydı, bu bakım işlerinden zor kalkardı. Neyse ki o paralar sayesinde fazla sıkıntı çekmedi.

Arazisini verdikleri Rumun evini de vermişlerdi. Evin bodrumunda düzenli olarak yerleştirilmiş, her biri en az iki yüz litrelik, 100 kadar küp vardı. Her birinin içi yarıya kadar doluydu. Sabun imalatçılarıyla anlaşıp, bu kullanım süresini aşmış ve posaya dönmüş yağları satarak, zeytin toplama için gerekecek paranın büyük bir bölümünü sağlamış oldu. Yeni ürün yağların depolanmasında bu küplerin yetersiz kalacağı kesindi. Tenekecilere elli adet iki yüz litrelik lanca siparişi verdi. Bölüm bölüm teslim aldığı lancaları evin en büyük odasına yerleştirdi.

Zeytin toplama işi iki aydan fazla sürdü. Her gün çıkan yağları önce küplere doldurdu. Küplerin tamamı dolduktan sonra, sıra lancalara geldi. İşçi ücretlerini ödemek için bir bölümünü piyasaya vermesine rağmen, lancalarda doldu. Depolayacak başka kap kalmayınca, geri kalan yağların tamamını tüccarlara sattı.

Tek oğlu vardı. Üstelik tek evlattı. Kendisine yardımcı olmadığı gibi, ona para da yetiştiremiyordu. Yola gelir diye verdiği harçlığın tamamını kesti. Yinede oğlunun yaşayışında hiçbir değişiklik olmadı. O yine yardakçılarıyla birlikte meyhanelerde gününü gün ediyordu. Bu değirmenin suyu nereden geliyor diye kafasını yoruyorsa da, nedenini bir türlü çözemiyordu.

Zeytin ağaçlarının bakımı için gereken parayı yağ satarak karşılayacaktı. Küplerde yağ daha uzun korunduğu için önce lancaların yirmi tanesini güğümlere boşaltarak at arabalarına yükleyip tüccara gönderdi. Hesap kesmek için tüccara gittiğinde, tüccar beklemediği bir öfkeyle karşıladı kendisini.

Hoca efendi, utanmadın mı bana bu yarı yarıya su olan yağları göndermeye. Doğrusu hiç yakıştıramadım sana bunu. Muallim Necati beyin kan beynine çıktı, ve kıp kırmızı kesilerek avazı çıktığı kadar bağırdı.

Ağzını topla Avram efendi, ben namuslu adamım. Beni sahtekarlıkla suçlayamazsın. Avram efendi alttan aldı.

Hocam kusura bakma, aldatıldığım için çok öfkelendim. Size böyle davranmamalıydım. Siz böyle bir şeye tenezzül etmezsiniz. İşçileriniz veya bir yakınınız size oyun etmesin. Ben yağlarınızı aynı güğümlere doldurttum. Gelin bir de beraber bakalım. Rast gele bir güğümü alıp boşalttılar. Tamamı su ile doluydu. Bir diğerinin ise tamamı yağla doluydu.

Kontrol ettiklerinin on dört tanesinin tamamı su veya yarı yarıya karışıktılar. Muallim Necati bey gidip bir sandalyaya oturup başını önüne eğerek uzun uzun düşündü. Nasıl olur, nasıl olur diye söylenirken, oğlunun o rezil hayatı gözlerinin önüne geldi. Yağların yarısının suya dönmesinin sırrını çözmüştü. Yağları oğlu çalıp satıyor ve sattığı yağın yerine su dolduruyordu. Su dibe çöktüğünden, yağ yukarıda kalıyordu. Başını kaldırıp sessizce kendisine bakan tüccara, acılı bir sesle,

Sen hiç evlat kazığı yedin mi diye sordu?

Anladım hocam, ben buna benzer nice öyküler dinledim. Genelde hep yaşayanlar anlattılar bana. Üzme kendini. Olan olmuş bir kere. Üzülmek neyi değiştirir.

Sen su ile yağı ayır biri birinden. Sudan ayıramadıklarınla sabun yaptırırsın. Üç beş kalıp bana gönderirsen memnun olurum. Geri kalan yağlar da belki aynı durumdadır. Ona buna rezil olmaktansa, bir kere rezil olmayı yeğlemek zorundayım. Kalan yağları da pazarlarsan çok memnun edersin beni. Kısmet olursa, sana verdiğim eziyetin acısını, önümüzdeki yıl çıkartırız. Allah tüm babaları, benim evlat gibi bir evlatın şerrinden korusun.

Amin dedi tüccar. Hocam ne olur üzme kendini. Ben sana yardımcı olurum. Zeytinliğini işlemek için gerekirse para yardımında da bulunurum.

Sağ ol Avram efendi, yardım teklifin çok sevindirdi beni. Eve nasıl gittiğini bilemedi. Yatağının baş ucunda asılı filintadan gözünü ayıramıyordu. Yastığının altındaki tabancayı alıp kontrol etti. Meyhaneye gidip oğlunu öldürmeyi düşündü. O tek başına ölümü hak etmemişti. O ölecekse, yardakçılarıyla ölmeliydi. Oğlunu baştan çıkaran hep o namussuzlardı.

Filinta tek kurşun attığı için yetersiz olurdu. İlk kurşunda etkisizleştirirlerdi kendisini. En iyisi tabancaydı. Yatağın üzerinden kalkmak istedi. Başı döndü. Gözleri karardı. Yatağın yanına yığılıp kaldı. Ev işlerine bakan kadın içeri girdiğinde hoca efendiyi yanı başında bir tabanca olduğu halde baygın bulunca, çığlıklar atarak avluya çıkıp bağırmaya başladı.

Koşun komşular, koşun. Beyime bir şeyler olmuş. Yetişin komşular yetişin. Feryatları duyan komşular merakla avluya doluştular. Yaşlılardan birkaç kişi içeri girdiklerinde, hoca efendinin cansız bedeniyle karşılaştılar. Gençlerden yardım isteyerek cansız bedeni yatağın üstüne kaldırdılar.

Biri meyhaneye gidip oğluna babasının öldüğünü bildirdi. Oğlu, önündeki kadehi alıp ağzına götürürken bağırdı.

Hey arkadaşlar, duydunuz mu? Benim moruk nalları dikmiş. Hep beraber bunu kutlayalım diyerek, kadehteki rakının tamamını içti. Gelen bekliyordu.

Sen ne bekliyorsun?
Seni.
Niye beni bekliyorsun
Beraber gideriz diye.
Ne diyorsun sen ulan? O moruğun cenazesine gideceğimi mi sandın? Defol!! Seni bir daha gözüm görmesin. Gelen, bu ayyaş adamın davranışını yadırgamıştı.

Gidip şuna iki tokat patlatayım diye geçirdi içinden. Deymez dedi ve meyhaneden çıktı. Ölüm haberini duyan Avram efendi soluk soluğa geldi. Genç olanlardan birini defin malzemesi satan bir mağazaya gönderdi. Ne gerekirse versin. Ben öderim. Bir demet parayı yaşlı bir adama uzattı. Kuzum al bunları. Mezarını kazdır. Cenazeye katılan imamların haklarını öde. Yetmezse gel bana. Komşularına baş sağlığı dileyerek ayrıldı. Tüm komşular, bu Musevi nin davranışına hayran olmuşlardı.

Hayırsız oğlu, babasının bir Musevi nin parasıyla gömülmesine ne üzüldü, ne de utandı. Babasının toprağa verildiği gün dahi depodaki yağları satmaya başladı. Uzun sürmedi yağ parası. Yağlarla birlikte para da bitti. Bu kez araziyi bölüm bölüm satıp içki alemlerine devam etti.

***

Yeni yetme bir delikanlı karnını doyuracak bir şeyler yemek için meyhaneye girdi. Meyhanenin köftesi çok ünlüydü. Boş bir masaya oturdu. Köfte ve yoğurt söyledi. Karşısındaki masada Selanikli muallim Nevzat beyin oğlu Selanikli Mustafa içki içiyordu. Delikanlının içki içmediğini görünce karşıdan karşıya laf attı.

Delikanlı niye içmiyorsun?
Param yok beyim. Bu yediklerime yetecek kadar param var.

Önemli değil evlat. Arka tarafa geçeriz. İki üç dakika dişini sıkarsın. Ondan sonra gelsin içkiler. Delikanlı mos mor kesildi. Gidip adamın suratını dağıtmayı düşündü. Meyhane onun adamlarıyla doluydu. Parçalarlardı kendisini. Köfte ve yoğurdun parasını masanın üzerine bırakarak meyhaneden çıktı. Arkasından kahkahalarla gülmelerine aldırış etmeden uzaklaştı.

***

Selanikli Mustafa beyin serveti, sıcak bir havada hızla eriyen bir buz kalıbı gibi hızla eriyordu. Sonunda beklenen oldu. Elindeki son emlak olan evin satışından eline geçen para da tükenince, birden itibarı sıfıra düştü. Eski dostlarından etrafında kimse kalmadı. Meyhaneci de kendisine ne içki ne de yemek vermez olmuştu. Meyhaneye gider, dip masalardan birine oturur, kendisine yapılacak bir ikram umuduyla beklerdi. Kimi kadehindeki içkiyi içerken dibinde biraz rakı bırakarak Selanikli Mustafa beye uzatır ve,

Hadi bakalım bey, sende iç derdi. Sevinçle kapardı kendisine uzatılan kadehi. Masadakilerin alaylı kahkahalarına aldırmadan içerdi. Yemek artıkları uzatırlardı. Hiç itiraz etmeden alırdı uzatılanları.

Meyhaneye genç biri girdi. Köfte, salata ve rakı söyledi. Meyhaneci az sonra istediklerini getirip önüne koydu. Eski bey Selanikli Mustafa ile göz göze geldiler. Genç kadehini Selanikli Mustafa’ya doğru kaldırarak,

Hadi bey sen niye içmiyorsun?
Nasıl içeyim be oğlum, para mı var?
Önemi yok beyim, arka tarafa geçeriz. İki üç dakika dişini sıkarsın. Ne yer ve ne içersen hepsi benden olur. Selanikli Mustafa yere yıkılmamak için masaya abandı. Kolunu masanın üzerine koyarak başını koluna dayadı. Ağlıyordu. Delikanlı gidinceye kadar başını hiç kaldırmadı. Delikanlı gittikten sonra kalkıp meyhaneden çıktı.

Kendisine acıyan birinin kalmasına izin verdiği boş ahıra gidip, eski samanların üzerine uzandı. Gözlerindeki yaş dinmek bilmiyordu.

Sen ne yaptın be Mustafa. Yardakçıların, sendeki servet biter mi diyorlardı. Yıllarca süren alkolizm tüm bedenini harap etmişti. Ne el işine gidebilirdi, ne de elinden iş gelirdi. Bu güne kadar havadan alıp yerde yemişti. Üstelik yakalandığı şeker hastalığı yüzünden gözleri çok az görmeye başlamıştı. İntihar etmeyi düşündü. Delikanlının uzattığı kadeh sanki gözlerine kenetlenmişti.

Rüzgar eken fırtına biçerdi. O şimdi fırtına değil kasırga biçiyordu. Ya o kendisine hakaret eden delikanlı kimdi? O denli büyük bir hakareti nasıl reva görmüştü kendisine. Sisler arasından bir çocuk yüzü belirdi. Ağlayarak meyhaneyi terk eden o sisler içindeki çocuk, bu gece kendisine hakaret eden çocuğun ta kendisiydi. Az bile yaptı bana. Haddini bilmeyene haddini bildiriler böyle.

Keşke öldürseydi beni. İntihar etmeyi düşündü. İntihar edecek yüreği bulamadı kendinde. Halasını anımsadı. Onun çok zengin olduğunu babasından bir çok kez duymuştu.Hatta bir defasında İstanbul’a gidersem yanımda bulunsun diye halasının adresini defterine yazmıştı.

Ceplerini yokladı. Defter cebindeydi. Dışarı çıkıp gün ışığında adresi aradı. Adresi bulunca çok sevindi. Beyninde bir şimşek çaktı. Yine ceplerini yokladı. Hiç parası yoktu. Ceketinin astarı içinde sert bir şeyler vardı. Elini cebinin içindeki delikten sokarak sertliğe ulaştı. Avuçlayıp çıkardı.

Avucunun içi bozuk para ile doluydu. Define bulmuşçasına sevindi. Bakkala gidip kalem ve mektupluk kağıt alıp geri döndü. Önce halasına bir mektup yazdı. Sonra da halasının ağzından kendisine bir mektup yazdı. Mektuba sevgili oğlum diye bir başlık attıktan sonra yazmaya devam etti.

“Aldığım haberlere göre bir takım serserilere kanıp varını yoğunu onlarla yiyip tüketmişsin. Şimdilerde ise çok zor durumdaymışsın. Halan ne güne duruyor oğlum. Benim çocuğum olmadığı için zaten her şeyim sana kalacak. Bir an önce gel ki, sağlığımda yapacaklarını öğreteyim sana. Ne yapacağını öğrenirsen bir daha şimdiki durumuna düşmezsin. Hadi evladım geleceğin günü dört gözle bekliyorum.”

Gerçek dışı bir isim ve imzayla mektubu tamamladı. İyice buruşturup cebine koyduktan sonra, doğruca meyhaneye gitti. Mektubu cebinden çıkarıp, eski yardakçılarından birine uzattı.

Ali şunu bana okusana. Malum artık gözlerim iyi görmüyor. Ali eline tutuşturulan mektubu okumaya başladı. Okuduklarını diğerleri de dinliyorlardı. Hemen masaya davet ettiler. Hep birlikte,

Gel be Mustafa bey, çoktan beri beraber kadeh patlatamadık. Hemen meyhaneciden masayı iyice donatmasını istediler. Masa geçmişi aratmayacak zenginlikteydi. Biri,

Eee anlat bakalım Mustafa bey,halan çok mu zengin?
Çok zengin olması gerekir. Babam onun zenginliğinden söz ederken,o beni bin defa satın alır derdi. Masadakiler biri birleriyle bakıştılar. Yoldukları, tükendiğini zannettikleri kazın eskisinden çok daha zengin olacağını, tükenmez bir servete kavuşacağına inandılar. Aralarında ikram yarışına başladılar. Hepside en iyi dostunun kendisinin olduğuna inandırmaya çalışıyorlardı. Dağılma saati geldiğinde, Mustafa bey yatıp kalktığı ahıra yöneldiğinde itiraz ettiler.

Olmaz beyim, o ahırda yatmak yakışır mı sana. Hadi sana Ahmet Ağanın handa bir oda kiralayalım. Bundan böyle orada kalırsın. Hep birlikte hana yöneldiler. Hanın bir haftalık kira bedelini ödedikten sonra, iyi geceler dileyerek ayrıldılar. Yolda, biri birlerine sarılıp sevinçle öpüştüler. İleride konacakları büyük servetin hayaliyle evlerinin yolunu tuttular.

***

Eski bey Mustafa doya doya içtiği içkinin etkisine rağmen gözüne bir türlü uyku girmiyordu. Uzandığı yatakta geçmişini düşündü. Nasıl yapmıştı bu büyük hatayı. Babasından kalan o olağan üstü büyük serveti, nasıl eriyip gitmişti. Dün kendisine her türlü hakareti yapan bu beslemeleri, bu gece ufuktaki zenginliğinin hayaliyle, nasıl köpekleşmişlerdi yine. Yazdığım mektup halamın eline geçecek mi acaba? Geçerse tepkisi ne olacaktı?

Ya mektup halasının eline geçmezse? Ya halası sen babana yar olmadın. Ne yapayım ben seni? Kendin ettin kendin buldun derse benim halim ne olur. Aklına mektupta adres olarak verdiği ahır geldi. Postacı beni orada bulamayınca mektubu ne yapar acaba. Sabahı zor etti. Sabah erkenden kalkarak kahvehaneye gidip oturdu. Meteliksiz olduğunu bilen kahveci, yanına gelip

Ne içersin diye sormadı bile. Beklemesi uzun sürmedi. Postacı dağıtıma başlamadan önce bu kahvehaneye gelip çay içerdi. Postacı yarım ağızla kendisine selam verdikten sonra, başka bir masaya oturup çay söyledi. Kalkıp postacının yanına gitti.

Rahmi bey senden bir ricam var. Mektup bekliyorum. Adres olarak kaldığım ahırın adresini vermiştim. Ben şimdi Ahmet Ağa hanında kalıyorum. Mektubum geldiğinde, ne olur onu kaldığım hana bırakı ver dedi. Postacı soğuk bir sesle

Olur bırakırım dedi.

Kahvehaneden çıkıp tren istasyonuna doğru uzun bir yürüyüş yaptı. Bir zamanlar kendisine ait olan zeytinliklere hüzünle baktı. Gözlerinden akan yaşları gizlemek için zeytinliğin içine doğru yürüdü. Bir zeytin ağacının altına oturarak bir süre dinlendikten sonra geri döndü.

Öğlen vakti yaklaşmıştı. Altın kaplama saatini aradı kolunda. Her şeyini yitirdikten sonra bir gecelik içki uğruna onu da elden çıkardığını anımsadı. Gölgeler öğlen vaktini anlatmaya yeterliydi. Her zamanki mekanı meyhaneye doğru yürüdü. Meyhaneci kapıda karşılayıp buyur etti. Hemen masayı donattı. Meyhaneciye,

Ne yapıyorsun böyle? Sana bunların parasını ödeyecek para bende yok ki.
Parası peşin ödendi beyim.
Kim ödedi?
Dün geceyi beraber geçirdiğiniz arkadaşların. Hoş onlar ödemeseydi benden olurdu. Ne fark ederdi ki?

Yemeğini ve içkisini bitirdikten sonra meyhaneden ayrılmayarak, meyhaneciye yardım edip uzun, uzun sohbet ettiler. Akşam dün geceki arkadaşlarının tümü tam kadro olarak geldiler. Masalar yine hazırlandı. Yemek ve içki gece yarısına kadar sürdü. Artık hiçbir sıkıntısı kalmamıştı. Mektubu gönderdiğinin onuncu gününde potacı onu meyhanede buldu.

Hadi bakalım gözün aydın. Hem mektubun geldi, hem de paran. Para kağıdındaki yazıları okumak için uğraştı. Beceremedi. Zira gözleri çok zayıflamıştı. Postacıya uzattı.

Sana zahmet, şunu bana okuyuver.
Okumama gerek yok. Postayı hazırlarken okumuştum. Bin lira. Duyduğuna inanamadı.
Ne diyorsun sen. Kulaklarıma inanayım mı?
Sana borcum mu var ki yalan söyleyeyim.
Kusura bakma, çok büyük bir para da bu. Postacı kalkıp gitmek istediğinde hemen kolundan tutup,

Nereye gidiyorsun. Önce karnını doyur bakalım.
Zahmet etme, mesaim daha bitmedi.
İçki içmesen de mesaide olman yemek yemene engel olmaz ki.

Ekmek arası köfte yapılsın. Fırsat buldukça yerim. Böylece dağıtımı da aksatmamış olurum.

Ekmek arası köfte hazırlanınca paketi teşekkür ederek alıp meyhaneden çıktı. Mesai saatinin başlama saatine kadar meyhanede oyalandı.

Postaneye gidip parasını çektikten sonra, handaki odasına giderek mektubu açtı. Mektup çok kısaydı. Halası evinin adresini ve hemen kendisini beklediğini yazmıştı.

Akşam üstü odasından çıkıp meyhaneye gitti. Oturup arkadaşlarını bekledi. Meyhanecinin kendisine postacının para kağıdı getirdiğini bilmediğinden emindi. Mektubu çıkarıp arkadaşlarından birine verdi.

Oku bakalım dedi. Arkadaşı yüksek sesle mektubu okudu. Hepsi merakla eski beyin yüzüne baktı. Biri

Ne duruyorsun? Hemen gitsene.
Hemen git demek kolay. Neyle gideceğim? Param mı var gitmek için? Hemen eller cebe atıldı. Elli lira topladılar. Önüne doğru parayı sürdüklerinde,
Ne bu diye sordu.
İstanbul’a gitmen için para.

Elli liraya İstanbul’a nasıl giderim ki. Bu pislik içindeki kıyafetimle halamın karşısına nasıl çıkarım? Arkadaşları bakıştılar, ne yapalım dercesine. Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez derler. Oysa bu adamdan gelecek olan bir tavuğa karşılık en az bir fildi.

Tamam dediler. Sen hele bu gecelik bu parayı al. Yarın gerekeni yaparız. Gece yarısına doğru dağıldılar. Handaki odasına girip hemen soyunup yattı. Gözüne uyku girmiyordu.

Ulan itler, ulan kefen soyucuları, size giderayak öyle bir kazık atacağım ki beni hiç unutmayacaksınız. Kör gözünü açtı artık. Yarın sizi öyle bir kazıklayacağım, elde beğenecek, ben de beğeneceğim.. Hele bir sabah olsun. Sabaha karşı uyuya bildi. Kuşluk vakti uyandı. Kalkıp giyinmek için acele etmedi. Yine öğlen vakti meyhaneye gitti. Kan emici yarasalar tam kadro kendisini bekliyorlardı. Hep birden,

Yahu neredesin? Ağaç olduk burada seni beklemekten.
Gece uyuyamadım. Bu yüzden geç kalktım.

Hadi bakalım sana giyecek almaya gidelim. İç çamaşırı satan bir dükkana gidip ikişer takım iç çamaşırı ve gömlek aldılar. Hazır elbise satan bir dükkana gidip, en iyisinden bir takım elbise aldılar. Sonra da ayakkabıcıya.

Gereken her şey tamamlanmıştı. Götürüp handaki odasına bıraktıktan sonra meyhaneye gitti. Masalar donatılmıştı. Kesintisiz gece yarısına kadar yediler ve içtiler.

Yarın saat ondaki Bandırma trenine binip gideceğim. Bana biraz daha para verin de vedalaşalım. Ben halamdan para alır almaz size borcumu öderim.

Ne borcu bey? Biz kardeşiz. Yaptıklarımız az bile size. Yeter ki İstanbul’a geldiğimizde orada bir kapımız olsun. Hepsiyle ayrı ayrı kucaklaşarak vedalaştı. Odasına geldiğinde iyice rahatlamıştı. Ulan leş kargaları, bu daha başlangıç. Sizlere daha ne oyunlar oynayacağım. Rahatlamıştı.

Başını yastığa koyar koymaz derin bir uykuya daldı. Sabah erken kalktı. Çamaşır paketini açıp bir katını ayırıp Sardı. Şehir hamamına giderek banyo yaptıktan sonra, yeni çamaşırlarını giydikten sonra hana döndü. Yeni elbiselerini ve ayakkabılarını giydikten sonra, eski çamaşırlarını ve elbiselerini götürüp çöp tenekesine attı. Tren istasyonuna yürüyerek gitti. Az sonra tren geldi. Yep yeni bir hayata doğru yol alırken,

Böyle olmamalıydı. Şu güzelim zeytinlikleri elden çıkarmamalıydım. Gittikçe uzaklaştığı zeytinliklerini izlerken gözlerinden yaşlar süzülüyordu.

***

Halası çok iyi karşıladı.
Nasıl geçti yolculuğun
İyi geçti hala.

Bak oğlum. Sana burada nasihat edecek değilim. Bir musibet bin nasihatten iyidir. Sen musibetlerin en beterini yaşadın. Kötü arkadaşların ve içki yüzünden her şeyini kaybettin. Bu gün dinlen. Yarın doktor kontrolünden geçeceksin. Önce seni alkol belasından kurtaracak tedaviyi başlatacağız.

Sonra da gözlerini tedavi ettireceğiz. Bu arada şirketlerimin yönetimi ile ilgili bilgiler verilecek sana. Bir süre bir öğrenci gibi yöneticilik eğitimi göreceksin: Ben bir köşeye çekileceğim ve seni sürekli izleyeceğim. En küçük bir yanlışını gördüğümde acımam sana. Hiç tereddüt etmeden seni geldiğin o pisliğin içerisine gönderirim.

Anlıyorum hala. Hiç şüphen olmasın. Tam istediğin gibi bir insan olacağım.

***

Azmiyle alkolden kısa zamanda kurtuldu. Gözlerindeki katarak başlangıcı ilaçlarla durduruldu. Daha sonra yapılan başarılı bir ameliyatla sağlığına tamamen kavuştu. İş yönetiminde kısa zamanda uzun mesafe kat etti. Aradan iki sene geçtiği halde eski arkadaşlarına tek bir satır bile yazmadı. Bu arada halasının güvenini iyice kazandığından şirketlerin tüm yönetimi kendisine verildi.

Yeni arkadaşlar edindi. Hepside ağır başlı oturaklı insanlardı. İş gereği katıldığı ziyafetlerde bile ağzına bir damla içki koymadı. Böyle bir toplantıda arkadaşlarına, geçmişte nasıl aldatıldığını, alkole nasıl alıştırıldığını anlattı. En son İstanbul’a gelirken o leş kargalarına nasıl bir kazık attığını anlattığında kahkahalarla güldüler. Arkadaşlarından biri,

Bu oyunun ilk perdesi. Devam etmesi gerekir dedi.
Ne yapabilirim ki?
Çağır onları buraya. Fabrikalarını, iş yerlerini, sahibi olduğun iş hanlarını göster. Umut ver onlara. Sonra da yüzlerine tükürerek geri yolla namussuzları.

Ertesi gün sekreterine bir mektup yazdırdı. Mektubunda tüm arkadaşlarını İstanbul’a davet etti. Hizmetliyi çağırarak mektubu postaya vermesini söyledi.

***

Mektubu alanlar, yolculuk için hemen hazırlığa başladılar. Ertesi gün Bandırma trenine binerek yola çıktılar. Bandırma’dan kalkan ekspres vapura bindiler. Sabaha yakın İstanbul’a ulaştılar. Gözlerine kestirdikleri bir otele girip,

Boş yer var mı diye sordular. Otel katibi gelenleri uykulu gözlerle süzerek,
Kaç kişi diye sordu?
Sekiz kişiyiz.

Tek kişilik oda isterseniz hepinizi alamam. Üçer ikişer kalmak isterseniz yer buluruz.
Tamam dediler. Öyle olsun. Gösterilen odalara girip hemen yattılar. Öğleye doğru kalktılar. Önce bir çorbacıya giderek karınlarını doyurdular. Verilen adresi bulmakta gecikmediler. Nasıl karşılanacaklarını çok merak ediyorlardı. Görevli saygıyla selamlayıp bekleme odasına buyur etti. Az sonra geri dönüp

Hadi buyurun patronum sizi bekliyor dedi. Görevlinin açık bıraktığı kapıdan girdiler. Selanikli Mustafa bey telefonla konuşuyordu. İşaretle oturmalarını söyledi. Bulundukları odayı hayranlıkla seyrettiler. Hayatlarında bu kadar lüks bir yer görmemişlerdi. Mustafa bey koyu lacivert bir takım elbise giymişti. Beyaz gömlek üzerindeki papyon kravatı elbisesiyle tam bir uyum içerisindeydi. Çalıştığı yeri ve eski arkadaşlarını ummadıkları bir lüksün içinde bulmuşlardı. Telefon konuşması bitince gelenlere dönüp, yüksek bir sesle,

Arkadaşlar hoş geldiniz dedi. Hep birlikte
Hoş bulduk dediler.
Ne iyi yaptınız da geldiniz. Hepinizi çok özlemiştim.
Sağ ol, biz de sizi çok özledik. Telefonların ardı arkası kesilmiyordu. Üç telefonun üçü de sözleşmiş gibi durmadan çalıyordu. Bir ara telefonlar susar gibi oldu.

Arkadaşlar, görüyorsunuz işlerim çok yoğun. Kusuruma bakmazsınız her halde.
Yok beyim estağfurullah. Kusura bakmak haddimize mi? Zile basıp görevliyi çağırdı. Görevliye,
Bana Ferit beyi çağır dedi. Az sonra iyi giyimli uzun boylu biri geldi. Mustafa beyi saygıyla selamladıktan sonra,
Buyurun efendim. Beni emretmişsiniz.

Bak Ferit bey, bu arkadaşlar benim eski arkadaşlarım. Onlara benim iş yerlerimi ve fabrikalarımı gezdir. Önce yemekhaneye götür karınlarını doyursunlar.

Baş üstüne efendim. Hep beraber çıktılar. Önce fabrikaya götürüldüler. Yemek saati olması nedeniyle fabrikayı gezmeden yemekhaneye götürüldüler. Yemekhane şimdiye kadar gördükleri lokantaların hiç biriyle kıyaslanamazdı.

Akıl almaz büyüklükteydi ve olağan üstü temizdi. Yemekler nefisti ama bir eksiği vardı. İçki yoktu. Oysa içki onların yaşam şekliydi. Yemekten sonra fabrikayı gezdiler. Fabrika akıllara durgunluk verecek kadar büyüktü. Fabrikadan sonra büyük bir iş hanına gittiler. Kendilerini gezdirmekle görevlendirilmiş olan,

Bakın, bu gördüğünüz binanın tamamı bizim patronun. İçindekiler patronumuzun kiracıları. Ayrıca bundan başka onlarca dükkanı var. Bu büyük servet karşısında şaşkına döndüler. Otellerine döndüklerinde, içlerine düşen kuşkuyu dile getirdiler. Bu adam, değil bir gün, bir saat bile alkolsüz duramazdı. Hani masa arkasından ufak, ufak yapındırıyor desen, öyle bir durumu yoktu. Biri,

Sakın bu adamın bir ikizi olmasın dedi. Bir diğeri,
Senin dediğin olmaz be Ali dedi.
Neden olmasın ki? Bu kez Recep girdi söze,

Hadi söyle bakalım, olmaz demenin bir nedeni var mı?
Olamaz be Recep, adam hepimizi adımızla tanıyor. Diğerleri,
Doğru diye onayladılar. O gece günün yorgunluğuna rağmen uyuyamadılar. Sabah çorbacıda çorbalarını içtikten sonra, yine Selanikli Mustafa beyin iş yerine gittiler. Görevli patronun gelmediğini söyledi.

Ne zaman gelir acaba?

Bugün hiç gelmeyecek. Ne yapacaklarını bilmez halde uzaklaştılar. İleride gözlerine kestirdikleri bir meyhaneye girerek, meyhanenin kapanış saatine kadar içtiler. Ertesi gün yine iş yerine gittiler. Patron yine yoktu. On gün sürdü bu gelip gitmeler. Ne yemek yiyecek, ne de otele verecek paraları kalmamıştı. O sabah otel katibi, odalarını boşalttırarak onlara ait eşyaları depoya koydurttu.

Ya borcunuzu ödersiniz, ya da gidip başka bir otelde kalırsınız. Borçlarınızı ödediğinizde eşyalarınızı alırsınız dedi. Çaresiz ne yapacaklarını bilmez halde, yine eski kadeh arkadaşlarının iş yerinin yolunu tuttular. Görevliye durumlarını anlattılar. Mustafa bey, onların başına gelecekleri bildiği için gereken hazırlığı yapmıştı. Görevliye parasız kaldıklarını çok zorda olduklarını bildirdikleri anda kendilerine verilmek üzere sekiz zarf vermişti. Görevli,

Hay Allah nasıl da unuttum. Patronum sizlere vermek üzere hepiniz için birer zarf vermişti. Bekleyin getireyim onları. Az sonra elinde zarflarla geri döndü. İsim isim zarfları dağıttı ve ekledi.

Hadin bakalım, burada durmayın artık. Otelinize döndüğünüzde zarfları açarsınız. Otele dönecek sabır kimde kalmıştı? Az ileride zarfları açtılar. Her zarfta küçük bir not ve Onar liralık bank notlar vardı. Saydılar. Tam yüz adetti. Sekizinin de yüzleri güldü.

Patronumuz ne adammış be dediler. Biri elindeki kağıdı uzatıp,
Ali, şu kağıdı oku bakalım ne diyor. Bilirsin. Benim okumam yazmam yok. Ali kağıdı okumaya başladığında hepside donup kaldılar. Mektupta,

Ulan pislikler, ulan adilerin en adileri, ulan hayatımı karartıp beni mahveden köpekler. Aslında sizleri buraya yüzlerinize tükürmek için davet etmiştim. Terbiyem buna izin vermedi. Siz Selanikli Mustafa beyi halen yaşıyor mu zannediyordunuz? O parasının son kuruşu bittiğinde öldü. Yeni bir Selanikli Mustafa bey geldi dünyaya. İçki içmeyen, sizler gibi kötünün kötüsü ayyaş arkadaşları olmayan, işine bağlı, onuruna bağlı biri. O, benim işte. Sakın bir daha aramayın beni. Ararsanız, aradığınıza pişman olursunuz.

Kolay olmadı mektubun etkisinden kurtulmaları. Onlar neler umuyorlardı. Leş kargaları gibi Selanikli Mustafa beyin servetine çörekleneceklerdi. Kendileri semirirlerken, Selaniklinin yavaş yavaş tükenişini doyumsuz bir zevkle izleyeceklerdi. Yine de zengin sayılırlardı. Zarfların içinden çıkan bin liralar az para değildi.

Uğradıkları hakaretleri unutmak için meyhaneye gittiler. Akşam yeni bir otel aramaktansa kaldıkları otele gitmeye karar verdiler. Başka bir otelde oda belki bulunmazdı. Otele gittiler.Ali otel katibinin yanına giderek,

Kaç lira ulan sana bizim borcumuz. Katip hesabı daha önceden hazırlamıştı.
Kırk sekiz lira.
Bu geceyi de ekle üzerine.
Bu gecekiyle birlikte atmış dört eder. Ali cebinden tomarla çıkardığı on liralıklardan yedi tanesini masanın üzerine attı.
Üstü kalsın. Sabah Bandırma vapuruna bilet aldılar.

***

İlçelerine vardıklarında çok geç olmuştu. Ertesi gün buluşmak üzere evlerine gittiler.

Akşamın erken saatinde meyhanedeydiler. Selanikli Mustafa beyin tükenmesinde etken olan leş kargaların neredeyse tamamı meyhanedeydiler. İstanbul!a gidenlerin ne olup bittiğini anlatmalarını bekliyorlardı. Gidenlerin hiç biri bu konuda kapak kaldırmıyorlardı. En sonunda içlerinden biri dayanamayıp sordu?

Yahu arkadaşlar, İstanbul’da ne var, ne yok? Yediğiniz içtiğiniz sizin olsun. Neler oldu onu anlatın yeter dedi.

Yağcıların Ali

Ne anlatalım yahu, gittik geldik işte. Meğer burada anlattıklarının tümü de yalanmış. Ne öyle bir halası varmış, ne de servet. Verdiği adres bir fabrikanın. Orada bir barakada sefil bir halde yaşıyormuş. Acıdık zavallıya. Aslında kızmamız gerekirdi ona. Ama öylesine perişan haldeydi ki, cebimizdeki paramızın yarısını da helallaşmak için ona verdik. Ne de olsa az hakkı geçmedi bize.

Gelenler umduklarını bulamamışlardı. Umdukları bir geçim kapısı açılmadan kapanmıştı. Meyhanede İstanbul’a giden sekiz kişiden başka kimse kalmamıştı. Hüseyin Ali’nin kulağına eğilerek,

Nerden çıkardın bu söylediklerini, rezil ettin bizi.

Ya buradan onu bulmak için İstanbul’a giden biri olur ve onu bulursa, başımıza gelenleri, hele hele o mektubu öğrenirse, daha mı az rezil olurduk? Ali’nin yüksek sesle söylediklerini hepsi birden onayladılar.
Allah korusun. Rezil oluruz vallahi.

***

Yıllardır Selanikli Mustafa beyin leş kargalarınca nasıl sefalete mahkum edildiği anlatılır. Çocuklara ders olsun diye.

Özcan Nevres
Latest posts by Özcan Nevres (see all)
(Bugün 1, toplamda 127 kez ziyaret edildi.)

Özcan Nevres tarafından yayınlandı

15 Ağustos 1935 de Menemen’de doğdum. Esas mesleğim elektrik ve elektronik teknisyenliğidir. Gazeteciliğe 1958 yılında Ege’de yayınlanan Sabah Postası gazetesinde başladım. Hobilerim yazmak, okumak, tarihi eserler ve harabelerle ilgilenmektir.