Yıl bin dokuz yüz elli yedi. Türkiye Irak’da Başbakan Musaddık’a karşı yapılan suikast ile sarsılıyor. Musaddık’a karşı uygulanan vahşet tüyler ürpertici. Darbeciler Musaddık’ın naşını bir arabanın arkasına bir iple bağlayarak caddelerde sürüklüyorlar. Başbakan Adnan Menderes dostu Musaddık için Türk ordusuna Irak’a müdahalesi için emir veriyor. Orduda izinler kaldırılıyor. Hazırlıklar yapılırken, hatta Türk ordusu Irak sınırına yığınak yapmışken Amerika devreye giriyor ve Türkiye’ye benim verdiğim silahları benden izin almadan kullanamazsın diyor. Türkiye’nin yapabileceği bir şey yoktu. Zira Türk ordusunun kullandığı silahlar NATO nun kullandığı silahlara uygun olması için kimileri depolara kaldırılmış veya imha edilmişti. Amerika’nın talimatıyla Kayseri’deki top fabrikası bile kapatılmıştı. Irak’taki darbenin ceremesini benim de içinde bulunduğum 35/1 kurası çekmişti. En büyük ceremeyi ise ben çekmiştim. On beş günlük mükâfat ve on beş günlük izin hakkımı terhisime yakın kullanırım diye kullanmamıştım. Buna bir aylık mezuniyet izni de eklenince askerlik görevimi günü gününe yirmi dört ay yapmıştım. Neydi o günler. Biri mezuniyet izni çıkıyor diye bir balon uçuruyor. Bir süre sonra bu habere kendisi de inanıyordu. Birinci ordu muhabere Komutanlığında genel evrak müdürü olduğum için beni tanıyanlar gözümün içine bakarak mezuniyet izini haberi bekliyorlardı. Soranları başımdan savmak için yakında çıkacak dememe inananlar, çıkmayacak dememe inanmak istemiyorlardı. Neyse ki askerlik süresi uzatılmadan terhis olabildik.
Yıl bin dokuz yüz atmış üç. Kıbrıs Rumları iyice azıtmışlar, katliam üzerine katliam yapıyorlardı. Kıbrıs’ta görevli bir subayımızın eşi ve iki çocuğunun banyoda katledilmesi bardağı taşıran damla olmuştu. Başbakan İsmet İnönü NATO ya Kıbrıs’a Türk ordusunu göndereceğini bildirmişti. Yine Amerika devreye girdi. Çıkarma gemilerimiz geri döndürüldü. Savaş uçaklarımız belirlenen Rum mevzilerini bombalayarak Rumlara gözdağı vermekle yetinmişti. Türkiye’nin daha fazla yapabileceği bir şey yoktu. Daha sonra Başbakan Süleyman Demirel’de savaş ve çıkarma gemilerimizi Kıbrıs’a doğru yönlendirdiyse de Amerika’nın restiyle gemilerimiz geri dönmüştü.
Bin dokuz yüz yetmiş dörtte Kıbrıs yine karışmıştı. Bu defa Türkiye hazırlıksız yakalanmayacaktı. Tersanelerimizde harıl, harıl çıkarma gemileri imal ediliyordu. Kısa zamanda normal çıkarma gemilerine göre bir hayli küçük olan yeni çıkarma gemilerimiz gerekli silahlarla donatılmıştı. Eski emekliye ayrılmış olan denizaltı gemilerimiz de yenilenerek savaşa hazır hale getirilmişti. O güne kadar askerlerimizin elinde bulunan demode piyade silahlarının yerine son model Çekoslovak patenli silahlar verilmişti. Trakya’da koruganlar temizlenmiş, olası bir Yunan saldırısına karşı donatılmıştı. Trakya’da savaşa hazır bekletilen askerlerimizin elinde ise Kurtuluş Savaşımızdan kalma silahlar vardı. O bir aldatmacaydı. Savaş başladığı anda o demode silahların yerini modern silahlar alacaktı. Amaç Yunanistan’ın saldırmasını sağlayıp savaş suçlusu durumuna düşürmekti. Yunanistan ileri görüşlü genelkurmay başkanı sayesinde bu tuzağa düşmedi. Eğer düşmüş olsaydı, savaş sonrası barış için adalar masaya konulacaktı. Olası bir Yunan savaşına karşı İzmir’deki İkinci Yurtiçi Bölge Komutanlığı Ege Ordu Komutanlığına dönüştürülmüştü. Yapılan tüm hazırlıklar Amerika’ya boyun bükmemek içindi. Bu yüzden Amerika Türkiye’ye benim vermiş olduğum silahlarla savaş yapamazsın diyememişti. Böylece Kıbrıs’a çıkmamızın önü açılmıştı. Eğer Türk ordusu Kıbrıs’a çıkmasaydı. Kıbrıs’taki Türk katliamını hiçbir güç durduramazdı. Ecevit’in başbakanlığı sırasında dış ülkelerden silah satın alan Türkiye kısa zamanda silah satabilecek bir ülke olmuştu. Kıbrıs’ta zafer kendi silahlarımızla kazanılmıştı. Şüphesiz savaş hiçbir zaman istenilecek bir olgu değildir. Savaşmak zorunda kalmamak için ordumuzun her zaman caydırıcı bir güce sahip olmalıdır.
Özcan Nevres
- Tükeniş - Haziran 24, 2016
- İnönü Krom Satmış - Haziran 24, 2016
- Konu Taksim Meydanı Olunca - Haziran 24, 2016