Nereden nereye geldiğimizi daha iyi anlamak için elli yıl geriye gideceğim. Terhis olup Menemen’e döndüğümde babam beraber çalışacağız dedi. Ben de çalışırım ama bir traktör alırsak ve bundan böyle satın alacağın malların yarısını benim üstüme yaparsan çalışırım demiştim. Babam o senin çok meraklı olduğun traktörler gün gelecek güvercin kasası olacak. Üstelik satın aldığım mallardan sana hiçbir pay vermem. Başka bir iş yapman için de benden en küçük bir destek bekleme demişti. Ben gecemi gündüzüme katacağım. Pamuk tarlalarında boynuma kadar çamurlara gömüleceğim. Günü geldiğinde mal bölüşümüzde eniştelerimle aynı hakka sahip olacağım. Onlar gölgede keyif çatarlarken ben de güneş altında kavrulacak soğuk kış günlerinde de donacağım. Bu şartlarda tarım benim işim değil demiştim. Babam aklınca beni yola getirecekti. İşte saban, işte İstanbul. Ya sabanın sapına yapışır çalışırsın. Ya da geldiğin yere İstanbul’a gidersin. Tamam, baba geldiğim yere gideceğim demiştim. Dönüş hazırlığı yaparken annem dayattı. Ölürüm de seni bırakmam. Burada kalacaksın. Gidersen hakkımı helal etmem demişti. Annemin baskısıyla babam bana bin lira sermaye verirken de görüp göreceğin lütuf bu demişti.
Bin lira ile ne yapılabilirdi? Kirası ucuz bir dükkân kiraladım. Çalışmaya başladım. Çoğunlukla elektrik tesisat işleri yapıyordum. Zira radyo tamirciliği için piyasada ne multimetre, ne havya ne de radyo tamirciliğinde kullanılacak lehim vardı. İyi kötü yuvarlanıp gidiyordum. Ta ki radyo tamirciliğinde kullanılacak malzemeler piyasaya çıkıncaya kadar. Öğlen yemeği için eve gittiğimde kapımızın önünde Ferguson marka gazlı bir traktör vardı. Biri bırakmış diye düşünmüştüm. Eve girdiğimde alışılmışın dışında babam evdeydi. Traktörü beğendin mi diye sordu? Hayrola güvercin kasası mı satın aldım dedim. Arazilerimiz genişledi. Artık atlarla iş yetiştiremiyoruz dedi. Hayırlı olsun dedim. Yaklaşık bir yıl sonra kapımızın önünde gıcır gıcır bir Massey-Ferguson vardı. Eve girdiğimde babam traktörün kontak anahtarını uzatıp hadi binip birkaç saat dolaş dedi. Sıfır motorlarda uzunca bir rodez dönemi vardı. Babam traktörlerin güvercin kasası olması korkusundan kurtulduğu için birkaç yıl sonra yeni bir traktör daha almıştı.
Giritli Arif Kâhya (Avukat Hasan Karagöl’ün babası) Selim Ağanın kahvehanesinde otururken çoğu zaman işinde çalışan Karakuzulu Süleyman’ı yanına çağıp otur more Sülo, iç bir çay demişti. Sülo getirilen çayı yudumlarken Arif Kâhya morisi Sülo, şu karşıdaki traktörü cörüyorsun? Görüyorum kâhya. Ekzostu kastederek oradaki boruyu da cörüyosun. Görüyorum. Borunun üstünde bir kapak kalkıp kalkıp iniyor. O ne diyor biliyorsun? Yok bilmiyorum. O bi lira, bi lira diyor. Ne zaman Arif Kâhya ölecek. Ben o zaman cörecem o bi liraları. O öküzlerle atlarla tarım yapmayı biliyordu. O yüzden üst üste alınan traktörler yüzünden sıkıntı yaşayacağını sanıyordu. Ne olacak bu kadar traktörler, kamyonlar ve arabalar? Bu çocuklar beni iflas ettirecek derdi. Evine on bir kilometre uzaktaki merasına bu nedenle hep yayan olarak gidip gelirdi. Oysa hiçbir zaman korktuğu gibi olmadı. Beş oğlu da işlerini çok iyi idare ettiler. Onlarla kardeş çocuğu olarak her zaman gurur duydum. Üç gün önce postacının getirdiği dergide Erdinç Cengiz’in çok başarılı bir iş adamı olduğunu öğrenmiş oldum. Daha da başarılı olmasını dilerim.
Yıllar su gibi akıp geçti. On beş ağustosta yetmiş iki yaşımı geride bırakıp yetmiş üç yaşına gireceğim. Geçmişime baktığımda bu günlere kolay gelinmediğini görüyorum. Evlerde tek bir radyo dahi yokken bu günlerde her evde birden fazla televizyon var. Artık evlerde her şey elektrikle çalışıyor. Çamaşır ve bulaşık makineleri, ütüler, radyolar, uydu antenleri, ekmek makineleri, akıllı tencereler, bilgisayarlar ve daha niceleri. İleri teknoloji sayesinde tümü de sorunsuz çalışıyorlar.
Babaannem aklıma geliyor. Evinin avlusunda dağ gibi bağ çalıları yığılı olurdu. İlerlemiş yaşına rağmen o yığından çalılar çeker ve mutfağa götürüp ocakta yakardı. Yanan çalılarla hem kendi ısınır hem de yemeğini pişirirdi. Bu günün gençlerine şuradan bir kucak çalı çek deseler çekebileceklerini sanmıyorum. Belki de o yüzden doksan dört yaşına kadar oldukça sağlıklı yaşamıştı. Oysa teknolojinin tembelleştirdiği insanlar kalp ve damar hastalıkları ile boğuşuyorlar. Tembellerin imdadına kondisyon aletleri yetişse de doğanın verdiği sağlığı veremiyorlar.
Bir hafta önce rapor almak için gittiğim dâhiliye uzmanı siz gazeteciler her duyduğunuzu haber yapıyorsunuz. Güya Kanada’da yapılan araştırmada tereyağı aklanmış diyorlar. Oysa biz hastalarımıza yıllardan beri sakın tereyağı yemeyin diyoruz. Hocam galiba yanlışlık sizde diyorum. Babaannem ve dedem etin en yağlısını, tereyağının en alasını yiyorlardı ama doksan dört yaşına kadar yaşadılar. Doğru dedi. Benim babaannem de doksan dört yaşında öldü. O da etin yağlısını, tereyağının alasını yiyordu.
Eğer hareket edilmiyorsa, yediklerimizi yakamıyorsak, sebze ve meyveyle de beslensek. Kalp ve damar hastalıkları kaçınılmaz olur.
Özcan Nevres
- Tükeniş - Haziran 24, 2016
- İnönü Krom Satmış - Haziran 24, 2016
- Konu Taksim Meydanı Olunca - Haziran 24, 2016