Yabancı Reçeteler

Bir süre önce yazdığım bir yazıda Koterelli’nin bizim ülkemizin gerçeklerini bilmesinin olanaksız olduğunu yazmıştım.Kısa zamanda ne denli haklı olduğum ortaya çıktı. Ülke ekonomisi birden çöküverdi. Bankaların hortumlanması olaylarının üstüne yeteri kadar gidilmediğini gören Cumhurbaşkanımız kendi emrindeki komisyonu görevlendirince kıyamet koptu. Başbakanımız hızını alamayıp Cumhurbaşkanımızı tam üç kez gözlerinde yaş ve titreyen bir sesle ulusa şikayet etti.

O güne kadar biriken sorunlar nedeniyle çökme noktasına gelen ekonomi, beklenen şekilde çöküverince faturası Cumhurbaşkanımıza fatura edilmek istendi. Ekonomide çöküşün nedeni ise Cumhurbaşkanımızın pekte nazik olmayan bir şekilde Anayasa kitabın Başbakanımızın önüne atması gösterilmek istendi.

Basından ve televizyonlardan öğrenebildiğimiz kadarıyla, o günkü MGK toplantısı öncesinde Başbakanımız Cumhurbaşkanımızdan kendisine bağlı denetleme kurulunun üzerine gönderdiği denetleme kurulunu geri çekmesi için görüşmek istemesi üzerine aralarında gergin bir hava oluşmuştu. Gerginlik kurulda da devam edince Cumhurbaşkanımız Anayasa kitabını alın da öğrenin dercesine Başbakanımızın önüne atıvermişti. Hukukçu olan Cumhurbaşkanımız Anayasal haklarından hiçbir ödün vermek niyetinde olmadığını açıkça belirtmek istemişti.

Eğer bu olayı Murat Demirel’in baltalarımızı, bıçaklarımızı biledik, gümbür gümbür geliyoruz sözleriyle bağlantılı olduğunu düşünürsek, Cumhurbaşkanımızın bu denli sinirlenmesinde ne kadar haklı olduğunu anlamış oluruz. Başbakanımıza sormak gerekir, Murat Demirel hakkında yaklaşık dört bin yıllık ceza istemine rağmen nasıl gelecekti diye.

Tarım ülkemizin bel kemiğidir. 1950 yılından sonraki, neredeyse tüm iktidarlar bu belkemiğimizi kırmak için çok uğraş verdiler. Amaç montaj sanayicilerine ucuz emek sağlamaktı. Ucuz emek ileride kurulması düşünülen ağır sanayi için basamak olacaktı. Oysa ucuz emekler ağır sanayi yerine yat oldu, köşk oldu. En kötüsü lüks hayat oldu. Yıllardır yüzde bilmem kaç büyüme hızımıza rağmen yerimizde sayıyoruz. Komşumuz Yunanistan hızla kişi başına yıllık on bin dolarlık ulusal gelire ulaşmasına rağmen, biz oldukça büyük tarım ve turizm potansiyelimize rağmen halen üç bin dolarda dolanıp duruyoruz.

Hortumlanan bankaların faturası kime yükleniyor? Tabi ki vatandaşın sırtına. Hortumlayanlar ise lüks yaşamlarını rahatlıkla ve büyük bir utanmazlıkla sürdürmeye devam ediyorlar. Hortumlayanlar hep gariban adamlar. Haczedilecek hiçbir mal varlıkları yok. Onların lüks yaşamlarındaki kaynakları eşleri, babaları ve akrabaları. Kimsenin eşlerine akrabalarına sorduğu yok sen bu serveti nasıl yaptın, nerden buldun diye. Bal tutan parmağını yalar denilmiş bir kere. Yalarlarken parmaklarını da yerler inşallah.

Dövizin tutarsız iniş ve çıkışları nedeniyle ithalat durmuş. Bırakın ithal malları, yerli üretim bile yüzde yüz zamlanmış. Bir hafta önce iki yüz elli bin lira olan domates bu hafta beş yüz bin lira. Tüm meyve ve sebzelerde de durum aynı. Piyasalardaki belirsizlik tüm tüccarları ve esnafı da vurmuş. Kapanan iş yerlerinin sayısı belli değil. Kriz nedeniyle on binlerce işçi işten çıkarılmıştır. İşsizler ordusu durmadan büyüyor. Ekonomiyi düşünen yok.

Varsa yoksa Dünya Bankasının ve gelişmiş ülkelerin verecekleri krediler. Nasıl ödenecek diye düşünen yok. Bir zamanlar �yeni doğacak bir çocuk bile şu kadar borç ile doğacak� diyen ve dış borçları kıyasıya eleştiren sayın Ecevit’tense bu konuda tıs yok

Yerli malı kullan sloganını geçmişin karanlığından alıp yeniden güncelleştirmek gerekir. Bu ülke ancak bilimsel tarımla kalkınır. Yalnızca iç tüketim için değil, dış satımlara uygun üretime yönelmeliyiz. Göletlerle bentlerle yeni orman alanlarıyla kuraklığı kader olmaktan çıkarmalıyız. Su ve rüzgar enerjilerinden gerektiği şekilde yararlanmalıyız. Dış alımlara dayalı enerjiden bir an önce kurtulmalıyız. Lüks ve pahalı araba saltanatına son vermeliyiz. Ulusal değerlerin tümüne gereken önemi vermeliyiz. Başta bor olmak üzere tüm madenlerimizi kendimiz işleyerek daha yüksek getiriler sağlamalıyız.

Başarıların yolu sarptır. Yorucudur. En kolayı borca dayalı ekonomidir. Borç yiyenin kesesinden yediğini hiçbir zaman akıldan çıkarmamak gerekir. Kahvehane kültürünün yerini çalışma kültürü almalıdır. Bunun en güzel örneği Uzak Doğu ülkeleridir.

Koterelli şöyle dedi. Koterelli böyle dedi derken o da gitti. Yerine bir başka Koterelli gelecektir. Bizi tanımayan ve bizim gerçeklerimizi bilmeyen. Görünen o ki başarısızlık kader olmaya devam edecektir.

Özcan NEVRES

Yıllardır kanayan bir yara

Yıllardır Türkiye’de kanayan ve bir türlü tedavi edilemeyen bir yara var. Nataşa yarası. Bu ülkenin insanları gidip çalışsınlar, ülkelerine döviz kazandırsınlar diye yabancı ülkelere gönderildiler. O temiz insanların alın teriyle hem de en ağır ve en pis işlerde çalışarak ülkelerine getirdikleri dövizler nataşalar tarafından sömürülerek kendi ülkelerine gönderiliyor.

AKP de önemli bir yeri olan bir arkadaşıma, nataşa konusunu açtım. Bunlar eskiden otellerde icra-i sanat ediyorlardı. Şimdilerde ise villalara bile yerleştiler. Arkadaşımın girişimiyle operasyonlar başlatıldı ve yüz altı nataşa yakalanıp sınır dışı edildi. Bir süre sonra arkadaşımla karşılaştım ve teşekkür ettim. Operasyonların sürdürülmesi gerekir dedim. Halen villalarda faaliyetleri devam etmektedir. Baş edemiyorlar dedi. Bu gün yakalayıp hudut dışına çıkarılanlar yeni pasaportlarla yine geliyorlar dedi. Bilgisayar çağında yaşıyoruz.

Yakalanmaları çok kolay. Para kazanmalarına fırsat vermeden yakalanıp hudut dışı edilirlerse bir daha gelemezler dediğimde, olmaz, olmaz bunlarla baş olmaz dedi. Anlaşılacağı gibi o da fuhuş sektörüne karşı teslim bayrağını çekmişti. AKP liler siz ne dersiniz bu işe? Fuhuş günah değil mi? Dövizlerimize yazık değil mi? Bu sorun türban sorunundan çok daha önemli değil mi? Neden partinizin yönetim kurullarına bu konuda baskı yapmıyorsunuz?

Bu nataşaların alıp götürdükleri yalnızca dövizlerimiz mi? Bu insanlarla temas eden insanların sağlıkları bozulmuyor mu? Bir gecelik zevk uğruna yakalandıkları hastalıkların tedavisinde kabak devletimizin sosyal güvenlik kurumlarının başında patlamıyor mu? Bu insanlar EYTS gibi ölümcül bir hastalığı nasıl umursamıyorlar? Akıl alacak gibi değil. ADSL zührevi hastalıklar gibi hemen ortaya çıkan bir hastalık değil. Çok uzun bir beklemeden sonra hastalık ortaya çıkıyor. Çıktıktan sonra da hemen öldürmüyor, çok uzun bir süre süründürüyor. Bir de bu hastalığı hasta olduğunu bilmeden başta eşi olmak üzere temas ettiği herkese taşıyor. Bu pis ilişkilere girenlerin şunu akıllarından çıkarmamaları gerekir. Günümüzde bilim kanser gibi en ölümcül hastalığı bile erken teşhis sayesinde yenebiliyor ama EYTS ye henüz kesin bir aşı ve tedavi geliştirememiştir. Kanser tedavisi çok pahalı bir tedavidir. Sevindirici yanı uygulanan tedaviyle hastaların sağlıklarına tekrar kavuşmalarıdır ve bulaşıcı olmamasıdır. Oysa EYTS de hem tedavi giderleri çok yüksek, hem de hastanın yeniden eski sağlıklı durumuna dönmesi mümkün değildir.

Eğer insanlarımız bunca uyarılara rağmen bu hastalığın halen tehlikesini kavrayamıyorsa devletin bu hastalığın nedenlerini ortadan kaldırması gerekir. EYTS e yakalananların tedavi giderleri, nataşaları yakalayıp hudut dışına çıkarmanın giderlerinden çok daha yüksektir. Bu nedenle devletin kolluk güçlerinin nataşalara göz açtırmamaları gerekir. Aksi halde devletin ve kolluk güçlerinin duyarsızlığının zararını biz çekeriz.

Özcan Nevres

Yetti artık

Adı konmamış bu savaş yüzünden her gün bir iki askerimizin şehit edilişi ile ilgili haberleri dinledikçe kahroluyoruz. Adı konmamış bir savaş bu. Zira şerefli ve kahraman ordumuzun karşısında hedef olacak, ölümüne savaşacağı bir ordu yok. Kendini göstermeye bile yüreği olmayan, tek silahı kalleşlik olan vatan hainleri var. Öncelikle bu vatan hainlerine bu kullandıkları son model, en ileri teknolojiye sahip ve olabildiğince güçlü olan bu mayınları ve diğer silahları bu kalleş şerefsizlere kim veriyor? Bunun araştırılıp tespit edilmesi gerekir. Bu ve buna benzer silahları hangi ülke veriyorsa o ülkeyle her türlü ilişkinin kesilmesi gerekir. Zira düşmanımızın dostu, bizim de düşmanımızdır. Bu ülke Amerika olsa bile.

Özgür Gündem gazetesinin okurları, Genel Kurmay İkinci Başkanı İlker Başbuğ hakkında suç duyurusunda bulunmayı sürdürüyorlar. Bugün de, İHD İstanbul Şubesi yönetim kurulu üyeleri, DEHAP İl yöneticileri, Sinema Sanatçısı Yusuf Çetin ve Ezilenlerin Sosyalist Partisi üyelerinin aralarında bulunduğu bir grup okur, suç duyurusunda bulundu. ANET Siyaset Grubundaki habere göre İstanbul’da adliye önünde bir araya gelen grup adına yapılan açıklamada, Başbuğ’un brifingde, tüm sivil toplum örgütlerini, muhalif basını ve aydınları hedef aldığı hatırlatıldı. Başbuğ’un açıklamalarının, ifade ve örgütlenme hakkına yönelik tehdit ve bir halkı yok sayma anlamına geldiğine dikkat çeken grup, ardından Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulundu. Bugün ayrıca, Bağcılar ve Küçükçekmece Adliyeleri’ne de, aynı içerikli suç duyuruları yapıldı.

Şu suç duyurusunda bulunanlara bir bakın. İstanbul’un en güzel yerlerinde yaşayan bu insanların nedense şehit edilen askerlerimiz için en küçük bir tepkileri yok. Sayın İlker Başbuğ’un ne demesini istiyorlar? İyi ki varsınız. Bu sayede askerlerimizi şehit edenlere destek oluyorsunuz. Bravo, devam edin mi diyecek? O halde bu ülkenin bölünmezliğini savunan ve her şehit haberinde yürekleri en derin yerinden yaralanan hepimiz var gücüyle haykıralım. Sayın İlker Başbuğ’u yürekten destekliyoruz diye.

Ey bölücü takımı aklınızı başınıza toplayın. Zira be devirde her ne kadar ekmek aslanın ağzındaysa da sizin ekmeğiniz bizim elimizde. Tarım bölgelerini lütfedip bir gezin. Tarım işlerinde kimler çalışıyor ve kimlerin ekmeğini yiyorlar. Büyük şehirlerdeki inşaat işlerinde çalışanlar için de aynı şey geçerli değil mi? Bu güne kadar hiçbir Türk iş veren hiçbir zaman ırk ayırımı yapmamışlardır. Eğer yapmaya başlarlarsa vay halinize. Sizleri gizliden gizliye destekleyen ne Birleşik Amerika ve ne de diğer ülkeler kurtaramazlar. Zira neredeyse tamamında işsizlik o ülkeleri de kasıp kavuruyor. Aç kalırsınız aç.

Nice canlar yitirmiştik Kıbrıs’ta. Bir banyonun küvetinde yatan ,iki çocuğun ve annesinin cansız ve kanlar içindeki bedenleri daha dün olmuş gibi gözlerimizin önünde. Kıbrıslı Rum’larla Türk mücahitlerinin arasındaki ölümüne savaşta kahramanca direnen ve destanlar yazdıran mücahitlerimizi hiçbir zaman unutmadık. Ne yazık ki Kıbrıs’ın yeni yetmeleri geçmişten ders almadılar. Almak istemediler. Onlar için Türk vatandaşı olmaktansa İngiliz, Rum veya dünya vatandaşı olmanın hiç önemi yoktu.Çocuklarının geleceği bile onları ilgilendirmiyordu.Önemli olan günlerini kurtarmaktı. Çocuklarının torunlarının değil. Ve büyük kahraman Rauf Denktaş’a rağmen Talat’ın partisini iktidar yaptılar ve ona cumhurbaşkanlığının yolunu açtılar. Koca kurt kahraman insan, büyük devlet adamı Rauf Denktaş gelişmelerden olabildiğince tedirgin. İlerlemiş yaşına rağmen, ülkesini Rum’a teslim etmemek için gerekirse yer altına ineriz diyebiliyor.

Sonunda Güney Kıbrıs Rum devletini tanıma anlamına gelen Gümrük Birliği anlaşması hükümetimizce imzalandı. Bu anlaşmanın Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyetini tanıma anlamına gelmeyeceğini deklare edeceklermiş. Atı alan Üsküdar’ı geçtikten sonra kim takar yayınlanacak olan deklarasyonu. Bu ancak bizim insanlarımız aldatmaya yarar.Gerisi hava civa.

Özcan Nevres

Yazmanın Zevki

Silivri’de yaşadığım iki buçuk yıllık bir zaman diliminde bazı konuların üzerine ısrarla gitmiştim. Bunlardan en önemlisi Mimarsinan köprüsünün yanındaki geniş meydan ile ilgiliydi. Zira Mimarsinan üzerinden geçmeye trafik magandaları yüzünden korkan insanlar o geniş ve karanlık meydandan geçmek zorunda kalıyorlardı. Toprak yol gecenin karanlığında görünmez olduğundan su birikintilerine ve çamurlara basa basa ilerlemek zorunda kalıyorlardı. Konuyu birkaç kez köşemde dile getirmiştim. Bir ara konuyu fen işleri müdürü ile de görüşmüştüm. O meydanın harita üzerindeki görünümüne göre yayaların rahatça yürüyeceği bir yaya yolu yapılması konusunda söz almıştım. Yol kısa zamanda yapıldı. Bu kez de karanlık sorun olmuştu. BEDAŞ yönetimi ile yaptığım görüşmelerde meydanın ışıklandırılması için proje ve ödenek olmadığını, buna rağmen yeni projeler gereği eski direklerin sökülüp yerine yeni direkler dikildiğini, buradan sökülen direklerin o meydana dikilip meydanın aydınlatılacağını söylediler. O sıralarda Büyükçekmece’de ev satın alıp kendi evime yerleşince Silivri’den ayrılmış oldum. Her Silivri’ye gidişimde o meydana yapılanları görmek beni sevindiriyor. Zira o güzel meydan hak etmediği bir perişanlığın içindeydi. Yaz aylarında o meydanı akşamdan parselleyen gök görmedikler arabalarındaki yüksek sesli teyplerinin sesini sonuna kadar açarak akıllarınca eğleniyorlardı. Hiç biri o meydana kafa dinlemek için gelenler olduğunu düşünmüyorlardı. Bir de meydanı park olarak sahiplenmiş olan Alibey spor kulübünün biletçi olarak görevlendirdiği kişilerin nezaketten uzak olmaları da cabasıydı. O meydanda sanki çöp bidonları süs için konulmuştu. Torunum kumlarla oynarken bulduğu orkid başka neyi ifade edebilir? Umarım bu güzel düzenlemelerden sonra o meydan her türlü görsel ve işitsel çirkinliklerden arındırılmış olur. O meydanın düzenlenmesinde yazdıklarımın küçük de olsa bir payı varsa ne mutlu bana.

***

İzmir’in Urla kazasındaki Barbaros Çocuk Köyünün kuruluşunda Urla’da dört kez belediye başkanlığına seçilmeyi başarmış ve şimdilerde İzmir Milletvekili olan Bülent Baratalı’nın büyük emeği vardı. Köy enstitülerinin nasıl çirkin iftiralarla çökertildiğini herkes bilir. Dünyanın en iyi eğitim sistemi olarak seçilmiş olması, gericilik tutkunlarının saldırılarından kurtarılmasına yetmedi. Sayın Baratalı’nın o köyde yaşananları onaylayacağını düşünmek bile istemem. Şüphesiz onun tüm korkusu o köyün de köy enstitülerinin akıbetine uğratılmasıdır. Bu korku ona olayın abartılı olduğu sözlerini söyletmiştir. Eğer köydeki çocukların AKP çizgisindeki bazı ailelerin koruması altına vermek istedikleri doğru çıkarsa kesinlikle kabul edilecek bir durum olamaz.İddialar doğru çıkarsa, AKP bu davranışları yüzünden çok itibar kaybedecektir.

Menemen’de Halk Eğitim Merkezi bünyesinde kurulmuş olan Halk Eğitimi ve Sosyal Gelişme Derneğinde ikinci başkanlığım sırasında bir kütüphane kurma kararı almıştık. Halk Evleri kapatıldıktan sonra kütüphanesindeki binlerce kitap ortaokulun bodrumunda çürütülmüştü. Gün olur Halk Eğitim Merkezleri de kapatılabilir düşüncesiyle kütüphanemizi kapatma kararı alanlardan korumak için ne yapmamız konusunda İzmir Milli Kütüphanesi müdürü, değerli insan Kemal Özertem’den büyük yardım görmüştük. Benim Muğla’ya yerleşmemi fırsat bilen Halk Eğitim Merkezi müdürü arkadaşımız İbrahim Şen dikensiz gül bahçesi yaratmak amacıyla derneğin feshedilmesi kararı aldırmış ve tüm mal varlığını Halk Eğitim Merkezine devrettirmişti. Neyse ki korktuğumuz başımıza gelmedi. Halk Eğitim Merkezindeki kütüphane daha da geliştirilerek öğrencilere hizmet vermeyi sürdürmektedir.

Halkın yararına kazanılmış her türlü kazanımı korumak görevimiz olmalıdır. İftiralar yüzünden kapatılmış olan Halk evleri ve Köy Enstitüleri son olsun. Bir de bunlara Barbaros Çocuk Köyü de eklenmesin.

Özcan Nevres

Yanlış Bilinenler

İnternet’te ve günlük yaşantımızda çok sık karşılaştığım bir konu var. Derler ki telefonun en ücra yerlere kadar girmesi ve bu günkü modernliği Turgut Özal’ın sayesinde başarıldı. Oysa telefon olayında tüm gelişmeleri sağlayan Servet paşaydı. 12 eylül 1980 darbesinden sonra PTT Genel Müdürlüğüne Servet paşa getirilmişti. Servet paşa Foça gezisinde kendisine iletilen bazı sorunları Ankara ile görüşmek üzere PTT Foça şubesine görüşeceği numarayı yazdırır. Saatler geçer, görüşme gerçekleşmez. Santralı bizzat arar ve PTT Genel Müdürü olduğunu söyler. Santral memuresi hatların çok yüklü olduğunu, yıldırım arama ile bile aranılan numaraya ulaşılamadığını söyler. O arada İzmir Gümrüğüne Türkiye’de denenmesi için sipariş edilmiş bir dijital santral bulunmaktadır. Paşa o santralın hemen Foça’ya kurulmasını ve deneme çalışmalarının Foça’da başlatılmasını emreder. Santral hemen kurulur. İlk denemelerde santralın harika bir cihaz olduğu anlaşılır. Yeni santralar sipariş edilir ve tüm Türkiye bu modern santralar ile donatılır. Bu sayede telefon alabilmek için yıllarca bekleme çilesi sona erer. Özal iktidara geldiğinde ilk işi bu başarılı generali görevden almak olur. Onun başarısı ne hikmetse Turgut Özal’a mal edilir. Bu açıklamam ile yanlış bilinen bir gerçeği ortaya çıkardığıma inanıyorum. Ayrıca Servet paşa görevden alınmasaydı Türk Telefonunun çok daha ileri bir noktada olacağına inanıyorum. Ne yazık ki bu fırsat Turgut Özal’ın dahliyle elden kaçırılmış oldu.

Bazen başarılı işlere imza atmış olanlara göstertilen vefasızlığa isyan ediyorum. Örneğin Menemen ovasını sulayan kanalların Menemen’in Helvacı köyünden çıkmış olan Profesör Şevket Raşit Hatipoğlu tarafından Menemen ovasına kazandırıldığını kaç kişi biliyor? Kanal olayını bize şöyle açıklamıştı. Ulaştırma Bakanı Kılıç Ali Paşaya Menemen ovasını gezdirdim. Maltepe ovasını gördüğünde bir hayli şaşırmıştı. Menemen ovasına hayran olmuştu. Türkiye’de başlatılacak olan sulama çalışmalarının ilk defa Menemen’de başlatılmasına karar verdik. Şevket Raşit Hatipoğlu’nun Menemen’e kazandırdığı yalnızca sulama kanalları mı? Halk Eğitim Merkezi binasını da bu değerli profesörümüze, yani hemşerimize borçluyuz.

Menemen Belediyesi önüne Devrim Şehidi Kubilay’ın büstü konulmuş. Dikkatimi çektiği gibi hoşuma da gitti. Belediye Başkanı Sayın Tahir Şahin’i ziyaretimde büstün yanı başındaki boşluğa da Fodulaki Mustafa Efenin büstünün konulmasını önerdim. O an aklıma gelmemişti. Kubilay büstünün yanında değerli profesörümüz rahmetle andığımız Şevket Raşit Hatipoğlu’nun büstünün de yer alması gerekir. Menemen’e büyük hizmetleri dokunmuş kişilerin büstlerini meydanlara koymak vefa borcu gereğidir. Görüşmemiz sırasında Fodulaki Mustafa Efenin büstü konusuna değindiğimde başkan, Kurtuluş Savaşı’na büyük hizmeti geçmiş olan efemizin büstünü değil heykelini yaptırıp kentimizin en görünen yerine dikeriz dedi. Fodulaki Mustafa Efenin heykelinin yapılması için gerekli resmini yeğenim Avukat Hasan Karagöl’ün bulabileceğini düşünüyorum.

Memleketine değerli hizmetler yapmış olan kişilerin adlarını ölümsüzleştirmek vefa borcu gereğidir. Koskoca Menemen’de Menemen için değerli hizmetler vermiş olan Profesör Şevket Raşit Hatipoğlu’nun adı bırakınız caddeyi, bir sokağa bile verilmemiş. Umarım belediye meclisi en kısa zamanda bu eksikliği giderir.

Özcan Nevres

Vefa Duygusu

Halkçı Parti İle SODEP birleştikten sonra, birleşmeye karşı olduğum için yeni oluşturulan SHP ye üye olmadım. Üyelik kaydımı DSP ye yaptırdım. Yaptırdım ama işin içine girince de bin pişman oldum. Ne hikmetse genel merkeze hiçbir yönetim beğendirilemiyor. Tepeden inme oluşturulan yönetim kurullarının ömrü altı ay sürmüyor. İl başkanı ve yöneticiler yukarıdan gelen emirle Menemen’e yine yönetim değiştirmeye geldiler. Yeni yönetimi oluşturmak için beni önerdiler. Kabul etmeyeceğimi kesin bir dille ifade etmeme rağmen ısrarla üzerime geldiler. Kağıt kalem istedim. Hemen partiden istifa ettiğimi yazarak eski ilçe başkanının önüne koydum. Almak istemedi. Görevden alınmış olsan da yerine yenisi atanmadığı sürece başkan sensin diyerek ilçe merkezini terk ettim.

Niye SHP ye gelmiyorsun diye sitem edenlere, benim sayın Bülent Ecevit’e vefa borcum var. Kıbrıs için yıllarca meydanlarda nefesimiz tükeninceye, sesimiz kısılıncaya dek Kıbrıs bizimdir diye haykırdık.Her olumsuzlukta onursuzca geri adım atılmıştı. Kırılan onurumuzu sayın Bülent Ecevit Kıbrıs çıkartmasıyla tamir etmişti. Bu nedenle ona vefa borcum var. DSP den istifa ettiğim halde oyum yine DSP ye olacaktır. Ta ki, CHP nin yeniden kurulmasına izin verilinceye kadar. Eğer CHP yeniden kurulursa, nasıl olsa hepimizin gideceği yer orası diyordum.

SODEP lileri çok uyarmıştım. Seçime partiniz katılamayacağı için ya tak tak yapacağız, ya da oyumuzu ANAP a vereceğiz diyorsunuz. Eğer tak tak yapar veya ANAP a oylarınızı verir ve verdirirseniz, ANAP a oy verecek olanların orada yerleşip kalmayacaklarının garantisi var mı? Üstelik bu davranışınız iki parti arasında kan davasına dönüşür ve bir daha barışı sağlayamazsınız. Halkçı Partiyi yeteri kadar Sosyal Demokrat olarak algılamaya bilirsiniz. Ehveni şer diye bir deyim vardır. Halkçı parti şer bile olsa diğer seçime katılan partilere göre ehveni şer olduğu için desteklemelisiniz. En azından önünü kesmeyin demiştim. Dinlemediler ve olanlar oldu. Bu gün soldaki dağınıklığın nedeni SODEP lilerin ve sayın Bülent Ecevit’in o günlerdeki yanlış tutumlarıdır.

Sayın Murat Karayalçın yeniden SHP yi kurarak Türk solunu arkadan vurdu. Şimdilerde solun kendi partisinde toplanmasını istiyor. Sayın Murat Karayalçın’ın gözlerinde bozukluk olduğunu sanmıyorum. Nedense Sayın İsmail Cem’in kurduğu YTP yi göremedi. Amaç bölünmek değil ise niye YTP ye gitmedi. Ne yazık ki bütün sol partilerde hizip kazanları fokur fokur kaynamaya devam ediyor. Dün YTP yi en demokratik sol ilan edenler, bu gün büyük gürültülerle YTP den istifa etmelerinin nedeni YTP ile fikirleri mi ters düştü, yoksa çıkarları mı? İstifa edenlerin gidecekleri adresin CHP olacağını sanmıyorum ama burası Türkiye, burada olmaz olmaz diye bir kavram yoktur. Çok yakında bombaları patlar.

Murat Karayalçın çok büyük bir misyon yüklendi. Solun neredeyse tüm fraksiyonlarını bir araya getirerek!!!!! seçime katılmayı başardı. Tümünün toplam oylarının yüzde on barajını aşabileceğini sanmıyorum. Her ne kadar yaklaşan yerel seçimin favorisi olarak kendilerini görüyorlarsa da aday nedeniyle ancak bazı yerlerde seçim kazanabileceklerdir. Sayın Murat Karayalçın aday olduğu Ankara’da ise adaylığı AKP adayının ekmeğine yağ sürecektir. Sosyal demokratların ise payına yine hüsran düşecektir.

Nedense bazı insanlarda vefa duygusu olmuyor. Mimarsinan’da üç dönem, yani on beş yıl CHP den başkan seçilen Nail bey, tekrar aday gösterilmeyince tası tarağı toplayıp YTP saflarına katılmış. Bu gün Mimaroba’daki CHP seçim bürosu önünden geçtim. Binada CHP den hiçbir iz kalmamış. Her taraf YTP afişleri ve bayraklarıyla donatılmış. Tam da işte politika bu dedirtecek bir yapılanma olmuş. Yine de Nail beyi bu davranışından ötürü kutlamak isterim. Gidip de el etek öperek başka bir partiden aday olmaya çalışmamış.

Türk solu bu yerel seçimde hak ettiği dersi alacaktır. Yapılan tüm yanlışların bedelini yine sosyal demokratlar ödeyeceklerdir. Sayın Murat Karayalçın da HADEP le DEHAP la seçim kazanılamayacağını öğrenecektir. Hasbel kader birkaç yerde seçim alsalar bile kazanılanların solun yararına olacağına inanmıyorum. Bu da iyice tükenmiş olan sayın Murat Karayalçın’ın siyaset sahnesinden tamamen silinmesine neden olacaktır.

Özcan Nevres

Trakya’da Tarım

1968 yılında Muğla Teknik Ziraat Müdürü sayın Zeki Aktürkoğlu ile bir söyleşi yapmıştım. Bana Çıtlık köyünde melengiç ve çitlembik ağaçlarına on bin Antep fıstığı aşılattığını gururla anlatmıştı Bu arada iki bin deli zeytin fidanı dağıttığını, önümüzdeki yılda ise aşılı zeytin fidanları dağıtacağını söylemişti. Aldığım bilgileri temsilcisi olduğum Ulus gazetesine köşe yazısı olarak göndermiştim. Yazım Ulus gazetesinde çıktığı gün, müdürlüğün telefonları kilitlenmişti. Türkiye’nin her yanından zeytin fidanları istiyorlardı. Bu da ülkemiz insanlarının ağaç yetiştirmeye olan kararlığını gösteriyordu.

Yine bir söyleşimizde Muğla’nın yayla ikliminin Bergama Kozak ile büyük benzerlik taşıdığını, bu nedenle ünlü kozak üzümünün Muğla’da da yetiştirilebileceğini söyledim. Buna gerekçe olarak ta Beylerce üzümüne çok benzediği halde şaraplık üzümlerdeki gibi kekremsi bir tadı olan üzümleri gösterdim. Kalkan’ın Üzümlü köyünde yetiştirilen beylerce üzümü kütür kütür olur. İyi pazarı vardır. Menemen ve Manisa ovalarında yetiştirilenler ise yumuşak ve çok çekirdekli olur. Bu nedenle yemeklik değeri olmadığı gibi şaraplık değeri de yoktur. Söylediklerim için notlar aldı. Bir süre sonra dükkanıma geldi. Milas ovasında beş dönümlük bir arazide, başta kozak üzümleri olmak üzere bir çok çeşidin dikimini yaptırdığını müjdeledi. Hangi cinsler iyi sonuç verirse, onların yetiştirilmesi için gereken desteği vereceğim dedi. Uzun yıllar sonra Muğla’ya gittiğimde manav tezgahlarında iyi kalite üzümleri gördüğümde çok mutlu oldum. Ne de olsa o kaliteli üzümlerin yetiştirilmiş olmasında, küçük te olsa benim de katkım vardı.

Zeytin Akdeniz iklimi ağacıdır. Denizden otuz beş kilometre uzaklığa ve deniz seviyesinden beş yüz metre yüksekliğe kadar dikilebilir. Bu alanın dışına çıkıldığında verimlilik ve kalite önemli bir şekilde düşmeye başlar. Dikilecek olan arazinin verimli olmaması da çok önemlidir. Verimli arazilerde yağ oranı ve kalite oldukça düşük olur. Bu nedenle akla her gelen yerde zeytin yetiştirmeye kalkışmak yanlıştır. Zeytin yetiştirilemeyen yerlerde başka ağaçların yetişmeyeceği gibi yanlış bir kanıya varmamak gerekir. Örneğin elma serin yerleri sevdiği için beş yüz metreden daha yüksek yerlerde yetiştirilebilir.

Trakya’da iki ürüne kilitlenmiş olan tarımı çoklu tarıma çevirebilmek için göz önünde olan yerlerde üçer beşer dönümlük arazilerde deneme bahçeleri düzenlenmelidir. ( Muğla-Milas’ta olduğu gibi) Bu bahçelerde örnek olarak neler yetiştirilebilir? En başta ceviz, Trabzon hurması ( Kakaolu cinsi ) kiraz, sahile yakın yerlerde zeytin, kayısı, şeftali, dut, armut, bağ ve ayva deneme dikimleri yapılmalıdır. Örnek olarak hazırlanılacak bahçelere dikilecek fidanlar yeni tarım uygulamalarına uygun olarak seçilmelidir. Bodur zeytin, bodur ceviz ve diğer meyvelerde Trakya’nın sert geçen kışı nedeniyle, geç dönem ürün verenler seçilmelidir. Nar çok iyi bir ürün olmasına, iyide para etmesine rağmen yetiştirilmesinde tereddütlerim var. Zira narlarda çatlama adı verilen bir gelişme vardır. Nar iki nedenle çatlar. Birincisi az su, ikincisi de çok sudur. Suyu regüle etmenin umarı nar bahçesinin otlanmasını sağlamaktır. Ot suyun fazlasını alır, gölgesiyle tavı korur ve böylece nar ağacının gereksinimi olan suyu düzenli almasını sağlar. Trakya’da erken başlayan yağışlar bu düzeni bozar mı bilemiyorum. Yine de narın nasıl dikilmesini açıklamakta yarar var. Nar mısır gibi birbirlerine dokunarak döllenme yapar. Bu nedenle nar bahçesinde ağaç arası üç metre, sıra arası dört metre olması gerekir. Bir dönüme ortalama seksen fidan dikilir. Narda köklü fidana gerek yoktur. Nar gülgillerden olduğu için çubukla yetiştirilir. Bu nedenle fidan maliyeti de düşük olur. Çekirdeksiz türlerinde ağaç başına atmış beş kilo ürün alınabilirken, Kadı narı türlerinde bu rakam daha yüksektir. Çekirdeksizlerin meyvesi fazla dayanaklı değildir. Pastacıların kapıştığı bu meyveyi hemen tüketmek gerekir. Oysa Kadı narı iyi saklama koşullarında üç dört ay bekletilebilir. Çocukluğumuzda kış aylarında tavanlardan sarkan narlara ağzımız sulanırdı. Ne yazık ki modernleşen evlerimizde ne nar ne de kavun asma olanaklarımız kalmadı.

Ağaç fidanı dikmenin tam zamanı. Bazı şeyleri bilmekte yarar vardır. Eğer dikilecek fidan, aşılı fidan ise aşının toprak üstünde kalması gerekir. Aşı yeri toprak altında kalırsa fidan mantar hastalıklarına yakalanır ve kurur. Kurumasa da iyi gelişmez. Sert rüzgarlara karşı da dayanıksız olur. Ağaç aşılı yerden kırılır. Bu nedenle aşısı köke çok yakın olan fidanları almayınız. Fidanın tutması için köklerin derine gömülmesi gereklidir. Kök çok yukarıda kalırsa yaz sıcaklarına dayanamaz ve kurur. Sulanan ağaçlarda ağaç altlarının işlenmemesi gerekir. Zira en hayati kökleri olan kılcal kökler oldukça yukarıda olur. Derin işleme sırasında bu ince kökler kopacağından ağaç zayıf düşer. İstenilen verimin alınamamasına neden olur. Bir de meyve hazırlanırken damalama çok önemlidir. Tarla boyundaki kalın bir ipe düzgün aralıklarla çamaşır mandalları kıstırılır. Önce iki başa ipler gerilir. Her mandalın denk geldiği yere bir çubuk dikilir. Sonra da sıralamayı belirtecek ip çekilir. Aynı şekilde çubuklarla işaretlenir. İşaretli yerlere açılan çukurlara fidan yerleştirildikten sonra çukur, yüzeyden alınan toprakla doldurulur. Çukurdan çıkan toprak kullanılmaz.

Geçmişte bu derin sürme konusunu babamla tartışmıştım. Sonunda “ben senin televizyon tamir etmene karışıyor muyum? Herkes kendi işine baksın” diyerek tartışmayı kapattı. Babam aralıksız yirmi beş yıl Menemen Tariş’te başkanlık yapmıştı. Son kongreden sonra kendisine destek verenlere teşekkür gezisine çıkmıştı. Kendisini destekleyenlerden birinin tarlasının hendeğindeki erik ağacı dikkatini çekiyor. Eriğin altı oldukça taşlı. Altının hiç işlenmediği belli oluyor. Tarla sahibine soruyor “bu ağacın altını işlemiyor musunuz?” Tarla sahibi

Hayır diyor ve ekliyor. O orada gördüğün gibi gayet sağlıklı. Ne ilaç veriyoruz, ne de altını işliyoruz. O kadar da çok ürün veriyor ki meyvesini tüketemediğimizden konu komşuya dağıtıyoruz. Babam da

Oğlum ağacın altını işlememek gerekir demekte haklıymış diyor. Aramızdaki tartışmayı anlatıyor. O günden sonra ağaçların altını sürdürmektense sığ bir ayarla ızgara çektirmeyi yeğlemeye başlamıştı. Dolayısıyla ağaçlarda verim oldukça artmıştı.

Meyve ağacı yetiştirmeye başlayanlara ve yetiştirmiş olanlara bol ürün ve sağlıklı bahçeler dileğiyle.

Özcan NEVRES
21 Mart 2002

Tarih Tekerrürden İbarettir

Manşet gazetesindeki küçük bir haber dikkatimi çekiyor. Haberde Afganistan ordusunu Türk subaylarının eğiteceğini yazıyor. Bir çoğumuz bu haberi yeni bir olgu olarak algılamıştır. Afganistan ordusunu eğitimini ilk defa yapmış olmayacağız. Uzun süre ara verilmiş olsa da Afganistan ordusunun eğitimi gönderdiğimiz subaylarla ve Afganistan ordusu tarafından öğrenim için ülkemize gönderilen subaylarla uzun yıllardan beri sürdürülmektedir.

Yıl 1936 Riyaseti cumhur bandosu şefi Muhtar Hanyalı’ya Atatürk Afganistan ulusal marşını bestelemesi ve ordunun bando okulunu kurması ve bando öğretmenleri yetiştirmesi için emir verir ve gitmeden Ankara radyosunda bir veda konseri vermesini önerir. Muhtar Hanyalı yol hazırlıklarını sürdürürken bir yandan da konser hazırlıkları yapar. Bu konser tak kişilik bir konserdir. Gitarıyla mikrofon karşısına geçer ve müzikteki tüm hünerlerini gösterir. Parmakları teller üzerinde kıvrakça gezinirken gitarın kabinini de parmakları ile davul gibi çalarak seslendirir. Telefonlar Ankara radyosuna kilitlenir. Müzik sevdalıları bu orkestra hangi orkestra diye sormaktadırlar. Konser bittiğinde radyo spikeri Muhtar Hanyalı’nın tek kişilik müzik resitalinizi dinlediniz dediğinde dinleyiciler inanmak istemezler ve gerçeği öğrenmek için aralıksız telefon ederler.

Muhtar Hanyalı Afganistan ordusunu eğitmekle görevlendirilen subaylarla Afganistan’a gider. Görevi bir yıl sürecektir. Şah bir yıl sonunda Afganistan’dan ayrılmamasını ve görevini sürdürmesini rica eder. Tam dokuz yıl kalır Afganistan’da. Afganistan’dan döndükten sonra Ayvalık’a yerleşir. Ayvalık bandosunu kurar ve eğitir. Sağlığı deniz iklimine elvermediği için doktoru tarafından iklimi fazla nemli olmayan bir yere yerleşmesi önerilir. Onun için en ideal yer Ankara’dır. Ankara’ya yerleşince Basın Yayın Genel Müdürlüğüne baş mütercim olarak atanır.

Yıl 1955. Askerlik görevimi yapmak için 23 kasımda Ankara’ya gideceğim. Yolcu edilirken dedem elime bir mektup sıkıştırır. Bu mektubu Basın Yayın Genel Müdürlüğündeki teyzemin oğlu Muhtar Hanyalı’ya vereceksin der.

Ankara’ya vardığımda ilk işim Basın ve Yayın Genel Müdürlüğüne gitmek oldu. Muhtar Hanyalı’yı görmek istediğimi söylediğimde emekli olduğunu söylediler. Tam binadan çıkarken bir görevli arkamdan koşup geldi. Sizi Muharrem bey çağırıyor dedi. Gittim. İri yarı, babacan tavırlı bir adam. Giritli şivesiyle �ne yapacaksın Muhtar Hanyalı’yı� diye sordu. Dedemin teyzesinin oğlu olduğunu söylediğimde �Elenika kserzis� diye sordu. (Yunanca biliyor musun? Kserzo ma e boro na miliso dedim. (anlıyorum ama konuşamıyorum.) �Krimasam more, (yazıklar olsun) Muhtar gibi bir adamın yeğini Yunancayı bile öğrenememiş. Senin amcan on dil konuşuyor. Hem de ana dili gibi. Ben sana adresini vereyim evine git dedi. Adresi alıp gittim.

Muhtar amcam evde yoktu. Eşi karşıladı. Menemen’den geldiğimi söylediğimde hemen içeri buyur etti. Salonda oturduk. Salonun iki köşesinde birer asa dikkatimi çekmişti. Az sonra Muhtar Hanyalı geldi. Eşi �bak kim geldi. Teyzenin Menemen’deki oğlunun torunu � deyince birbirimize sarıldık. Daha ilk günde asalardan birinin Türkiye Riyaseti cumhur bandosu şefliğinin, diğerinin ise Afganistan Kraliyet Bandosunun arması olduğunu söyledi ve Afganistan’da yaşadıklarını anlattı.

Onun Afganistan arkadaşları subaylar sayesinde askerliğimde hiç ezilmedim. Muhabere Okulu komutan yardımcısı Muhtar Ayra ve birinci tabur komutanı Binbaşı İhsan Tarım Afganistan arkadaşıydı. Okulda eğitimim bittikten sonra İstanbul’daki Birinci Ordu Muhabere Tamir bölüğüne gönderildim. Bölüğümüzde bir Afganistan subayı vardı. Rütbesi yüzbaşıydı. Bölüğümüzde eğitim amacıyla bulunduğundan bizden biriydi. Milli marşlarını ve bando okulunu Muhtar amcam tarafından kurulduğunu söyleyince iyi arkadaş olmuştuk.

Afganistan ordusuna 1946 da başlatılan eğitim desteği Taliban dönemine kadar sürmüştü. Tarih tekerrür ediyor ve Türk ordusu tarafından Afganistan ordusu yeniden eğitilmeye başlanıyor. Dostluğumuzun kalıcı olması dileğiyle.

Özcan Nevres

Suyumuz normlara uygunmuş

İSKİ’nin su kullanımı hesap bildirgesinin arkasında suyumuz Avrupa Birliği ve diğer standartlara uygundur diye yazmaktadır. Nasıl bir uygunluksa anlayan beri gelsin. Zaman zaman musluklarımızdan bulanık sular akmaktadır. Geçen hafta Perşembe günü Akalan köyüne su almaya giderken musluklarımıza pompalanan Büyükçekmece gölünün suyunun yeşil olduğunu gördüğümde hiç şaşırmadım. Zira gölün çevresinde gölü kirleten bir çok etkenin olduğunu biliyoruz. Bu etkenler ortadan kaldırılmadan İSKİ suyunun temiz ve sağlıklı olduğunu hiçbir kimse iddia edemez. Bu olumsuzluğun en kısa zamanda giderilip halkımıza daha sağlıklı su verilmesi sağlanmalıdır. Ayrıca eskiden şehir içlerinde bulunan ve memba suyu akan kurumuş çeşmelerin kuruma nedenlerinin araştırılıp tekrar akmalarının sağlanmasında büyük yarar vardır.

Manşet gazetesinin Silivri temsilcisi temsilcisi sayın İrfan Ermiş’in özel hastaneler hakkında yazdıklarına ben de bazı eklemeler yapmak istiyorum. Ücretsiz kulak,boğaz kontrolü yapan bir özel hastaneye gittim. Kulak boğaz mütehassısı bilgisayarla boğaz ve kulaklarımı inceledikten sonra kulaklarımda ve boğazımda hiçbir sorun olmadığını, sorunun alt çenemdeki metal protezden kaynaklandığını ve diş hekimine görünmem gerektiğini söyledi. Aynı hastanenin diş bölümüne ücretini ödeyerek gittim. Diş hekimi bayan alt çenemdeki protezde bulunan Metelin tükürük kanallarına basınç yaptığını ve protezin değiştirilmesi gerektiğini söyledi. Ücreti sordum. Dört yüz milyon dedi. Daha sonra Menemen’e gittiğimde protezlerimi yapan diş hekimi Hayrullah Ercan’a gittim. Özel hastanedeki diş doktorunun söylediğini ilettim. Güldürme beni ağabey dedi. Metal parça tükürük kanallarının dışında kalır. Bir antibiyotik yazdı. Antobiyitiği kullandıktan sonra hiçbir sorunum kalmadı.

Şimdilerde bir diş taşı ve diş kaplaması sorunumuz var. Devlet hastanesinden daha önce muayene olduğum özel hastaneye sevk ettiler. Hastane yetkilisine yapılan iş karşılığında katkı payı istiyor musunuz? Diye sordum. Evet dedi. Bir miktar katkı payı alıyoruz. Bu konuyu diş doktoru ile görüştük. Yalnızca diş taşı temizliği için kırk milyon alıyoruz dedi. Önümüzdeki günlerde özel diş hekimleri ile konuşup diş taşlarını kaça temizlediklerini öğreneceğim. Aldığım duyuma göre kırk milyona temizliyorlar. O zaman bizim devlet hastanesinden sevk işimiz neye yarıyor? Eğer özel kliniklerde gerçekten kırk milyona temizleniliyorsa bu özel hastanenin adını açıklamakta hiçbir sakınca görmeyeceğim.

Diş sağlığı en büyük sağlık sorunu olduğu halde nedense önemsenmiyor. Mısır Firavunu İkinci Ramses bile diş apsesi sonucunda yaşamını yitirmiş. Kim bilir diş tedavisinde var olan güçlükler yüzünden nice canlar gidiyor. Çene cerrahisi profesörü olan İstanbul İl Sağlık Müdürünün bu konuya neden gerektiği şekilde eğilmediğini anlamak olası değil. Çok mu zor bir büyük dükkan ve ya bir apartmanın girişini kiralayıp devlete ait diş klinikleri açmak? Çene ameliyatlarının dışında kalan tüm tedaviler ve protez işleri rahatlıkla bu kliniklerde yapılabilir. Bahçelievler’den Tekirdağ’a kadar olan geniş alanlardaki yoğun nüfusa diş konusunda çektirilen azap niye?

Özcan Nevres

Suç ve Ceza

Doktorlar üçüncü kez hak yürüyüşü düzenlendikten sonra, hükümet çok ilginç, ilginç olduğu kadar da uygulanması zor bir karar aldı. Bir nisandan itibaren Sağlık Ocaklarında çalışan hekimler reçete yazamayacaklar. Gelişmeleri lütfen dikkatle izleyiniz. Zira bu karar bir nisan şakası değil. Eğer pratisyen hekimler reçete yazamayacaklarsa onları hekim olarak neden mezun ettiler. Neden Sağlık Ocaklarına tayinlerini yaptılar? Hastaneler de ve Sağlık ocaklarında oluşan kuyruklar yetmezmiş gibi bir nisandan sonra hastanelerde uzman hekimlerin odalarının önünde uzun ilaç yazdırma kuyrukları oluşacak. Kuyruklara girip muayene bile olamayan hastalar ilaç kuyrukları yüzünden sağlıklarını Allah’a emanet etmekten başka umar bulamayacaklar.

İlaç yazımı konusunda yıllardır süre gelen yanlışları görmezlikten geçemeyiz. Yıllardır hastalar için yazılan reçetelerde hep en pahalı olanlar yer almıştır. Nedenini açıklamaya gerek görmüyorum. Zira nedenini herkes biliyor. Bu olumsuzluğu önlemenin en kolay yolu, Sağlık Bakanlığının aynı özellikleri taşıdığı halde biri olabildiğince pahalı, diğerinin ise oldukça ucuz olan ilaçların ucuz olanlarının ücretini ödemektir. İllede pahalı olanı almak isteyenler BAĞ-KUR’un uygulamasındaki gibi aradaki farkı cebinden öder. Yıllar önce Datça’da apse yapan dişim için Devlet Hastanesinin diş doktoruna gitmiştim. Bir ilaç yazdı. İzmir’e gitmek için bineceğim otobüsün kalkış saatini bir arkadaşımın dükkanında bekliyordum. Dükkanın çırağına reçeteyle birlikte beş bin lira verdim. Şu ilacı eczaneden al gel dedim. Çocuğun gitmesiyle gelmesi bir oldu. Eczaneci daha dört yüz lira istiyor dedi. İlacı geri verdim. Götür bunu geri ver ve beş bin lirayı al gel dedim.

Ertesi gün Menemen’de arkadaşım diş tabibi Ersin Güremen’e gittim. Reçeteyi gösterip, şu ilacın keseye uygun olanı var mı? dedim. Hemen reçetenin arkasına Duramit yazıp verdi. Eczaneye gidip ilacı aldım. Bedeli yüz elli lira. Arada beş bin iki yüz elli lira fark var. O gün için dükkanımın kirası yedi bin lira. Üstelik dükkanı yedi bin liraya tuttuğum için sitem edenler olmuştu. Bir yıldır boş duran dükkana dükkan sahibi üç bin lira aylık karşılığı kiracı bulamazken, senin yabancı olmandan yararlanarak kirayı yedi bin liraya yükseltti dediler. Bunu yazılan ilacın fiyatına örnek olsun diye yazıyorum. Günümüzden bir örnek. Aynı terkipteki bir mantar ilacının biri yedi milyon lira. Diğerinin ki ise kırk dört milyon lira. BAĞ-KUR ucuzunu ödüyor. Pahalı olanın farkını alıcı cebinden ödüyor. Ya da ucuzunu almayı yeğliyor.

Bu durumda Sağlık Bakanlığının ilaç firmalarını çeki düzene sokması gerekirken, pratisyen hekimlerin ilaç yazma yetkilerini ellerinden almak istemesi, suç olmayan bir eyleme katıldıkları için mi bu ceza. Sağlık Bakanlığı bir genelge yayınlar pahalı ilaç yazmayın diye. Yazan olursa, yazdığı gözden kaçarsa ki çok uzak bir olasılık, zarara uğrayan kurum yazan hekim hakkında yasal işlem yaptırır. Fazla ödediği parayı yazandan tahsil eder. Bir daha da hiçbir pratisyen hekim pahalı ilaç yazma gibi lükse aracı olmaz. Görünen o ki amaç üzüm yemek değil, bağcı dövmek.

İlaç yazma yetkisi elinden alınan pratisyen hekim, hastayı muayene edecek, gereken tanıyı koyacak ve sonra da hastanın eline bir kağıt tutuşturup, �şu bölüme git. Bölümün uzmanı da size bir baksın. Gereken ilaçları yazsın� diyecek. Haydaaaaa öp babanın elini. Hastanelerde ve sağlık ocaklarında hastaların saatlerce muayene olmak için kuyrukta beklemeleri az görünmüş olacak ki hastaya çifte dikiş yaptıracaklar. Hastalar üç beş saat pratisyen hekim kuyruğunda, bir o kadar da uzman hekim kuyruğunda bekleyecek ve bu işin adı sağlık olacak.

***

Görünen o ki anketler hükümeti korkutmuş. Tüm belediyeleri alırsak halimiz nice olur diye düşünüyor olsalar gerek. Zira öyle bir durum partizanlık yapmaya engel olacaktır. Onca belediyelere yapılan desteksiz vaatleri yerine getirmek mümkün mü? Kazanılan belediyelerde yapılacak işler örnek olmalıdır ki, bakın bize oy verenler nasıl karlı çıktı diyebilsinler. Genel seçimlerde daha yüksek oy alabilsinler.

Bazı başkan adayları her yere seçim büroları açtılar. Kimilerinin kapıları kapalı. Kimilerininki açık ama içinde in cin top oynuyor. Bürolarda iyi eğitilmiş teşrifatçılar varsa amaca ancak o zaman hitap edebilir. Boş olan ya da eğitimsiz kişilere teslim edilmiş seçim büroları hedeflenenin aksine seçmenleri kötü etkiler. Büroda taraftar azlığına kanan seçmenler oylarını daha güçlü olduklarına inandıkları adaylara yönlendirirler.

Seçime gün sayıyoruz. ALBATROS PARKI için halen hiçbir adaydan tık çıkmıyor. Tekrar ediyorum. Albatros parkı Büyükçekmecelilerindir. Büyükçekmecelilerin kalmalıdır. Bunu kabul etmeyen hiçbir adaya oy vermeyeceğiz.

Evet sayın adaylar sizlerden söz vermenizi bekliyorum. Söz verin ki verdiğiniz sözü köşemde yayınlayayım.

Özcan Nevres ozcan@nevres.com

Yine Ciğerlerimiz Yanıyor

Gelibolu’da yine orman yangını. Yanan ormanla birlikte ciğerlerimiz, daha beteri geleceğimiz yanıyor. Nasıl bir aymazlık ki bu yıllardır çektiğimiz kuraklık sıkıntısının yanan ormanlarımızdan kaynaklandığını fark edemiyoruz. Yağmurun orman ile bağlantısını bir türlü algılayamayan insanlarımız halen yağmur dualarından medet umuyor. Faruk Nafiz Çamlıbel Canavar adlı piyes kitabında yağmur duasındaki olumsuzluğu ne güzel anlatıyor. �Bir tarafta çocuklar ağlıyor mama diye. Bir tarafta kuzular meleyor meme diye. Yağmur eğer Allah’ın göz yaşları olsaydı, bir anda ortalığı sele boğmak kolaydı.� Ne yazık ki yağmurun tanrının göz yaşları olmadığını, bir doğa olayı olduğunu insanlarımız bir türlü algılayamıyorlar. Eğer bir algılaya bilseler, işte o zaman orman yakan doğa ve insanlık düşmanı sözde insanlara dünyayı dar ederler ve yanan ormandan beter ederler.

Eğer yağmuru dua ile yağdırmak mümkün olsaydı, dünyada çöl diye bir şey kalır mıydı? Dikkat edin yağmur duası bayraktarlığı yapanlara. Gök yüzünde yağmurun belirtisi olan kara bulutlar yığıldığında çıkarlar ortaya. Nasıl olsa yağmur yağacaktır. Hikmetin dualarından kaynaklandığını kanıtlamak isterler. Her zaman kedi kaymak yemez. Bazen yağmur çilentileri arasında açık şemsiyelerle çıkılır yağmur duasına. Dönüşte ise şemsiyeler kapalıdır. Yine de yağmurun neden yağmadığını algılayamazlar. Yağmur ormanın anasıdır. Orman varsa yağmur yağar. Bunu tarım ile geçimini sağlayanlara çok iyi belletmek gerekir. Zira tarım her zaman su ile bağlantılıdır.

Geçmişte Menemen’de Orman Bağları mevkiindeki bahçemizde bahçe suyunu tamamı üç buçuk metre derinliğindeki dolap kuyusundan sağlardık. Kurak yıllar başlayınca kuyu yaz başında kurudu. Suyu daha derinlerde sekiz buçuk metrede bulduk. Yıllar sonra o da kurudu. Şimdilerde ise on üç metre derinlikte bulunabiliyor. Orman katliamı sürdükçe o sular da yok olacak. Daha derinlerde bile bulunamayacak.

Ormanlar yalnızca bulutları çekip yağmuru yağdırmazlar. Ormanlar aynı zamanda doğanın ak ciğerleridir. Ciğerlerimizle soluduğumuz oksijeni sağlayan yine ormanlarımızdır. Her yakılan orman ak ciğerlerimize daha az oksijen girmesine neden olur. Bu nedenle ormanlarımızı canımızı korur gibi korumak zorundayız. Tarım olmasa da olur diyebilenler olabilir ama hiçbir kimse oksijensiz yaşanabilir diyemez.

Üç günden beri grip illeti yüzünden yatağımdan güçlükle çıkabiliyorum. Kendimi bir orman içine atabilsem hemen canlanacağımı biliyorum. Zira bu hastalığın devası bol oksijenli hava ile ciğerleri doldurmaktır. Muğla’da yaşadığım yıllarda gribe yakalanacağımı hissettiğimde sıkıca giyinip motor sıkletime biner, ormanlık alanlara giderdim. Ormanlık alanlardaki bol oksijen sayesinde hastalıktan hemen kurtulurdum.

Soğuk bir kış gününde gribe yakalanmış bir avukat arkadaşıma hadi seni motor sıkletimle biraz gezdireyim dedim. Bu havada mı? diye hayretle sordu. Evet bu havada dedim. Çivi çiviyi söker sözünü boşuna söylememişlerdir. Tamam gidelim dedi. Motor sıkletime binip Yatağan’dan (Muğla) hareket ettik. Bozüyük köyü üzerinden ormanlık alanın içinden geçen yola girdik. Yaklaşık on kilometre hızla ağır ağır ilerleyerek on beş dakikalık yolu iki saatte geçtik. Geri döndüğümüzde oldukça rahatlamıştı. Hastalığın etkisi olabildiğince hafiflemişti. İnanılmaz bir şey bu demişti. Kaç gündür yakamı bırakmayan bu hastalıktan bu kadar kolay kurtulacağımı bilseydim ilk günden seni arardım demişti.

Orman yağmur demektir. Orman sağlık demektir. Orman doğayı dengeleyen en önemli unsur demektir. Sağlıklı bir yaşam için ormanlarımızı gözümüz gibi korumalıyız. Bu konuda çok önemli bir duruma da dikkatinizi çekmek isterim. Dikkat edin. En büyük orman yangınları arsa olarak büyük önem taşıyan yerlerde ve en uygunsuz şartlarda çıkmaktadır. En uygunsuz şartın şiddetli rüzgar olduğunu da belirtmek isterim. Bu da madalyonun diğer yüzüdür.

Özcan Nevres

Sis Göz Açtırmıyor

Dört yıldır bu bölgede yaşıyorum. Ne Silivri’de ne de Büyükçekmece’de bu günkü kadar böyle yoğun bir sis görmedim. Sabah balkondan dışarıya baktığımda bırakınız denizi görmeyi, aramızda yalnızca Gazimustafakemal caddesinin bulunduğu Albatros parkı bile sisin içinde kaybolmuş. Neyse ki çarşıda yapılacak hiçbir işim yok. Evde canım sıkılıyor. Çıkıp dolaşmak istiyorum. Önce bakkala gidip bir gazete alıyorum. Gidiş geliş sırasında boğulacak gibi oluyorum. Sisten mi? yoksa psikolojik mi? anlayamıyorum. Eve kapanmaktan başka umarım yok. Astım hastaları düşüyor usuma. Allah acısın demekten başka bir şey elimden gelmiyor. Öğleden sonra yükseklerde sis iyice dağılıyor. Albatros parkındaki yeni uyanan ağaçların yeşili iyice belirgin olmaya başlamış. Alışveriş için evden çıkıyoruz. Dönüşte Gürpınar sahiline gidiyoruz. Sahil durulacak gibi değil. Sis göz açtırmıyor. Eve dönüyoruz. Akşamla beraber sis yine bastırıyor. Göz gözü görmez oluyor. Kırmızı bir araba dörtlülerini yakıp Taşkızak’ın önünde durmuş. Akşam acelecileri tam gaz gidiyorlar. Kırmızı arabayı hızla sollayanların bazıları karşıdan gelen arabayla neredeyse kafa kafaya vuracaklar. Yüreğim ağzımda olanları izliyorum. Neyse ki kırmızı arabadaki sohbet bitmiş olacak ki arabadan biri indi ve araba tehlike yarattığı yerden ayrıldı. Madem ki orada o kadar çok kalıp sohbet edecekti, yanındaki parka girip o kadar insanın can güvenliğiyle oynamasaydı daha iyi olmaz mıydı? diyorum. Hem de kendi yaşamını riske sokmazdı.

Ağaçlar uyanıyor. Çiftçilerin en çok korktuğu mevsim bu mevsim. Hele hele bu mevsim bağcıların korkulu günleri. Hava sis nedeniyle olabildiğince nemli. Tüm bağcıların dikkatleri haberlerdedir. Isı sıfırın altına düşmezse korku yok ama ya düşerse? Eğer düşerse bağcıların bir yıllık emeği boşa gidecek demektir.

Muğlalı iş adamı Latif Sepil Köyceğiz’de iki yüz dönüm narenciye bahçesi yapmıştı. Tüm hava koşulları için şansa hiç yer bırakmamıştı. Oralarda pek don olayı yaşanmaz ama ya olursa? Bunun için bahçenin içine sis fırınları yerleştirmişlerdi. Cihazlar don tehlikesi olduğunda otomatik olarak çalışıyorlar ve kırağı olayının yaşanmasına olanak tanımıyorlardı. Fazla yağışlar ağaçlara zarar vermesin diye arazi içerisinde drenaj kanalları vardı. Fazla yağış olduğunda pompalar hemen harekete geçip fazla suyu boşaltıyorlardı. Belki de tüm Türkiye’de o bahçe kadar modern bir bahçe yoktu. Muğla merkezde de atmış dönüm bir bahçe yaptırtmıştı. Türkiye’nin bir çok ilkleri o bahçede denenmişti. Tanımadığımız cins elmalar, armutlar ve narlar oldukça kaliteliydiler. Muğla’ya son gidişimde eşimin yeni ölen bir akrabasının mezarına gitmiştik. Mezarı yeni mezarlıktaydı. Mezarlığın yanındaki Latif Sepil’in ünlü meyveliği bakımsızlıktan yok olmaya yüz tutmuştu. Belli ki Latif Sepil de tarımdan para kazanamamıştı ve bahçeyi boşlamıştı.

Çok zor iştir tarım işi. Hele üretilenler değerinde satılamıyorsa yıkım olur. Çiftçinin iki yakası bir araya gelmez. Birkaç yıl üst üste zarar eden çiftçi, varsa önce traktörünü satar. Gelecek için umudunu yitirmemiştir. İleriki yıllarda mutlaka kazanacaktır ve belki de sattığı traktöründen daha iyi bir traktör alacaktır. Şansızlık insanın yakasına yapışmayı görsün. Sonunda elindeki tarla da borçlarına gider. İşte böyle bir illettir çiftçilik. Boşuna dememişler. Çiftçinin karnını yarmışlar. Tam kırk tane seneye çıkmış. Yani şans kırk yılda bir çiftçinin yüzüne gülermiş. Tam yedi yıl oldu tarımdan kopalı. Dolayısıyla her yıl zarardan kurtulalı. Pazarda bir marulun bir milyona satıldığını gördüğümde hep şansıma yanarım. Ben diktiğimde inekler bile yemiyordu demekten kendimi alamam. Hele bir yıl yirmi beş dönüm marul dikmiştim. O yıllarda şimdiki marul cinsleri yoktu. Üreticiye hiç şans tanımazlardı. Hava lodosa döndü mü hepsi birden sibek çıkarırlardı. Sibek çıkaran marulu bırakınız insanları inekler bile yemezlerdi. Zira acı olurlar. Yine de küçük bir bahçenin özlemiyle yanıp tutuşuyorum. Kırk elli metre karelik bir yerim olsun ve orada kendim için hormonsuz, suni gübresiz ve zararlı ilaçların kullanılmadığı domatesler ve biberler yetiştirmeliyim. Vermeyince mabut neylesin Mahmut.

Özcan Nevres

Sinsi bir hastalık

aman zaman köşemde sağlıklı bitkilerden söz ediyorum. Her ne kadar bitkilerle yapılan tedaviye alternatif tıp deniliyorsa da sağlığımızda söz sahibi olanlar bitkisel ilaç satanlar değil, yalnızca hekimlerimizdir. Bazı insanlar vardır. Her hangi bir insandan dinlediği hastalığı kendilerine algılarlar. Bu tip insanlara hastalık hastası derler. Duydukları her ilacı veya otu hasta olmadıkları halde kendilerinde denerler. Yıllarca hemoroit için denemedik ot bırakmadım. Bırakınız otları, katranı ve yenen nışadırı bile denedim. Sonunda bıçak altına yatarak kırk beş sene birlikte yaşadığım hemoroitten kurtuldum. Bitkisel ilaç olarak satılanlar genelde tedavi edici değil koruyucudurlar. Hastalıklardan korunmak için bitkilerin sağlığımıza olan katkılarından yararlanmalıyız. Özellikle anüsteki her rahatsızlığı hemoroit ile özdeşleştirmemek gerekir. Zira kanser türlerinin en tehlikelisi olan rektum (kolon) kanseri her zaman hemoroit ile karıştırılmakta ve bu nedenle çoğunlukla önemsenmemektedir. Rektum kanserinden kurtuluşun tek yolu erken teşhis ve tedavidir.

Bitkisel ilaçlar ile ilgili zaman zaman verdiğim bilgiler yalnızca her zaman elimin altında olan kitap ve ansiklopedilerden edindiğim bilgiler değildir. Bu konuda Internet�ten her türlü bilgileri elde etmekteyim. Ayrıca abonesi olduğum Sağlık Bülteni�nden de çok sık yararlı bilgiler abonelerine gönderilmektedir.

Çağımızın hastalığı denilen şeker hastalığı ile ilgili Sağlık Bülteni�nden gelen bilgileri okuyucularımla paylaşmayı yararlı görmekteyim.

Denizli Devlet Hastanesi İç Hastalıkları Uzmanı Dr. Mehmet Ali Kösekli, ‘şeker hastalığı’ olarak bilinen diyabetin dünyada gittikçe artan bir hastalık olduğunu belirterek, “Şeker hastalığı, herhangi bir belirtisi olmadan vücutta organ hasarı yapabilen, gizli dönemi uzun hastalıktır” dedi. Denizli Devlet Hastanesi İç Hastalıkları Uzmanı Dr. Mehmet Ali Kösekli, şeker hastalığının her 15 kişiden birini etkilediğini ifade ederek, “Son 20 yıldır şeker hastalığının görülme sıklığı giderek artıyor. Önceleri 25-30 kişide bir görülen hastalık, günümüzde her 15 kişiden birini etkiliyor. Orta ve ileri yaş hastalığı olarak bilinen Tip 2 diyabetin çocuklar arasında da görülme sıklığı giderek yaygınlaşıyor” diye konuştu.

Şeker hastalığının ağız kuruması, çok su içme, sık idrara çıkma gibi yakınmalarla ortaya çıktığında en az 3 yıllık olduğunu belirten Dr. Kösekli, “Anne, babada veya kan bağı olan akrabalarında şeker hastalığı varsa, şeker hastalığına yakalanma olasılığı artıyor. Düzensiz beslenme, hareketsiz yaşam tarzı, boya göre kilonun fazla olması; şeker hastalığı oluşmasında risk faktörleri olarak sayılıyor” ifadelerini kullandı. Dr. Kösekli, uyarılarda bulunarak, “Kilonuz fazlaysa, ailede şeker hastalığı varsa, yaşınız 35’i aşmışsa, kan şekerine bakılması gerekiyor demektir. Eğer risk faktörünüz fazlaysa, doktorunuz şeker yükleme testi isteyebilir” dedi.

Dünyada ölümlerin en önemli sebebinin damar hastalıkları olduğunu kaydeden Dr. Kösekli, “Diyabet, günümüzde bir damar hastalığı olarak kabul ediliyor. Ayrıca dünyada körlüğün ve ayak kesilmesinin en önemli sebeplerinden biri diyabet hastalığıdır” açıklamasında bulundu.

Sayın Doktor Ali Kösekli’nin şeker hastalığı ile ilgili verdiği bilgiler bunlar. Ölüm kaçınılmaz bir sondur. Er geç yakamıza yapışıp alıp götürecektir. Büyüklerimiz hep söylerler. Üç gün yatak, dördüncü gün toprak diye. Tanıdığım biri var. Şeker hastası olmasına rağmen tatlılara ve sigaraya olan tutkusu yüzünden ayağını kestiler. Şeker hastalığının en kötü yanı eyts hastalığı gibi yavaş yavaş çektire çektire ölüm nedeni olmasıdır. Bu hastalığı erken teşhis etmenin en kolay yolu orta yaşı aşmış olan herkesin evlerinde bir şeker test cihazı bulundurmasıdır. Şeker hastalığına aday olduğumu öğrendiğim gün hemen bir test cihazı aldım. Bu cihaz Fındıkzade’de kırk milyon liraya alınabilmektedir. Cihaz ile birlikte yirmi kadar test çubuğu on kadar da iğne verilmektedir. Elli adet test çubuğunun bedeli ise otuz yedi milyon lira. İğnelerinin tanesi yüz elli bin lira. Cihazı fiyat araştırması yapmadan aldığım için iyi kazıklandım. Zira bu cihazı ben atmış milyon liraya aldım.

Daha önceki bir yazımda keten tohumu ile ilgili bilgiler vermiştim. Talep çok artmış olacak ki şimdilik fiyatına yüzde on zam yapmışlar. İki milyon iki yüz elli bin liraya alıyorduk. Yeni fiyatı iki milyon beş yüz bin lira oldu. Keten tohumu içerdiği omega üç, altı ve dokuz yağlarıyla sağlığımıza oldukça yararlı olmaktadır. Bir özelliği de kabızlık sorununu da çözüyor olmasıdır.

Özcan Nevres

Sevgili Menemenin Sesi Okurları

Sevgili Menemenin Sesi Okurları. Menemen deyince ilk kez akla ne gelir? Kubilay olayı, testisi, üzümü. Peki başka ne gelir? Evet bu başkayı çok düşünmüşümdür. Menemenli yazar, şair, gazeteci ve ressam hiç olmadı mı? Var da biz mi bilmiyoruz? www.google.com arama motoruna girip ünlü Menemenliler diye sorguladım. Ne yazık ki bir tek benim adım Bir Zamanlar Ben de Politikacıydım adlı eserim yüzünden geçiyor. Menemencioğlu sülalesinin Menemenli olduğunu bildiğimden bu kez tırnak içinde Menemencioğlu diye arıyorum. Meğer Menemenli olarak ünlü vatan şairi Namık Kemal ile akrabaymışız ama haberimiz yok. İşte belgesi.”Anne Muazzez Menemencioğlu Birgen’in ailesine ve bağlarına gelince “Namık Kemal’in kızı Feride Hanım, Menemenli zade Rifat Bey’le evlenmiş. Bu evlilikten olan Numan Kemal Menemencioğlu, Selanik’te Terakki mektebinde okumuş, büyükelçilik yapmış ve Dışişleri Bakanı olmuş. Masonların sitesinde, www.mason.org.tr’de ünlü masonlarda ismi geçenlerden. Diğer Çocuk Ahmet Muvaffak Menemencioğlu, Anadolu Ajansı Genel Müdürlüğü yapmış. Onun kızı Nermin Menemencioğlu Strater, onun da çocuğu şair Muazzez Menemencioğlu. Ahmet Muvaffak Menemencioğlu’nun oğlu Turgut Menemencioğlu da büyükelçi. Namık Kemal’in kızı Feride Hanım, Menemelizade Rifat Bey’den olan kızı ise Beraat Savut. Beraat Hanım, Mümtaz Savut’la evlenmiş. Mümtaz Savut, valilik ve İller Bankası Genel Müdürlüğü yapmış. Mümtaz-Beraat Savut’un oğlu İlhan Savut ünlü bir isim olan İçişleri Eski Bakanı Şükrü Kaya’nın kızıyla evlenmiş. Şükrü Kaya, Ermeni Soykırımı suçlusu olarak Malta’ya sürülenlerden. Damadı İlhan Savut, Dışişleri’nin üst düzey mensubuyken Menderes’in düşen uçağında ölmüş. Menemencioğlu ailesinin bir diğer kızı Tekfen’in kurucu ortağı Necati Akçağlılar ile evli. “Başka ünlü kim olabilir? Menemenli Mustafa Paşa. Kim bu Menemenli. Şimdilik edinebildiğim bilgi kadarıyla Kadırga’da bir köşkü var. Bu köşkte ilk olarak eczacılık okulu açılmış. Bilgi bu kadar. Kendisi ile ilgili hiçbir bilgi yok. Boş durmayacağız ve elimizden geldiğince araştıracağız. “Adama sormuşlar nerelisin diye? Adam hiç düşünmeden yanıtlamış. Karı köylüyüm. Demek ki bir yerden olmak için ille de o yerde doğmak gerekmiyormuş. Bu durumda ünlü Otuz beş Yaş şiirinin ünlü şairi Cahit Sıtkı Tarancı’yı da Menemenli ünlüler listesine almamız gerekir. Cahit Sıtkı Tarancı Menemen’de belediye başkanlığı yapmış ve Yamanlar dağından Menemen’e su getirtmiş olan Avukat İdris Tınaz’ın kızı Handan ile evli idi. En eski ünlümüz ise dünyada ilk hitabet okulunu kuran Temnoslu (eski Görece köyü yakınlarında) Omenagoros. “Menemen Ege bölgesinin belki de en eski yerleşim alanı. Hıdırlık’ta bir tapınakta insan üretim organlarına benzetilmeye çalışılmış kabaca yontulmuş taşlar bulunmuştur. Kabaca yontulmuş taşlar. Yani Cilalı Taş Devrinden bile önceki devire ait. Bu bulgular sayesinde Menemen’in geçmişi yedi bin yılı bulmaktadır. Yahşelli mahallesinin Sakaltepe mevkiinde kurulmuş olan Menemen’in tarihi üç bin iki yüz yıla dayanır. Asarlık yakınındaki eski Menemen ise iki bin yıllık bir geçmişe sahiptir. Şimdiki Menemen’in ise beş yüz yıl civarında. “Bu kadar zengin bir tarihe sahip olan Menemen’in ünlüleri neden yok denilecek kadar az? Biz mi tanıyamadık? Yoksa onlar mı bize kendilerini tanıtmadılar. Ha bir de ünlü yazar Atilla İlhan ve Çolpan İlhan’ımız var. Bir dönem babalarının görevi nedeniyle Menemen’de yaşadılar. Çolpan İlhan Tevfik Fikret İlkokulunda bir ve ikinci sınıflarda sınıf arkadaşımdı. Kendilerini Menemenli kabul ederler mi? bilmiyorum. “Şimdilik bu kadar sevgili okurlar. Bir Menemenli olarak bana araştırmak düşer. Sizlere de okumak. Yeni bulacaklarımı yine sizlerle paylaşacağım. İstanbul Büyükçekmece’den sevgilerle.

Özcan Nevres

Mortgage Nedir

Mortgage (morgiç) son günlerde gündemden düşmüyor. Amerika’da uygulanan bu harika sistem çok yakında Türkiye’ye gelecek. Kira öder gibi taksitler ödeyen dar gelirliler ev sahibi olacaklar ve kira derdinden kurtulmuş olacaklar. Aslında bu bir ütopya değil. Amerika’da başarı ile kullanılan bir sistem. Başarısı nereden kaynaklanıyor? Sistem yıllarca önce rayına oturmuş. Bu yüzden ev veya villa sahibi olmak isteyen bu konuda uzman olan emlakçıya gidiyor. Emlakçı başvuru sahibinin gelir durumunu inceleyip belgeledikten sonra müşterisi adına bankaya gerekli bilgileri veriyor ve gerekli uzun vadeli krediyi anında çıkarıyor. Müşterinin alacağı ev ya da villa hazırdır. Eğer hazır değil ise en fazla üç ayda istediği bütçesine uygun konuta sahip oluyor. Hemen evine ya da villasına yerleşerek kira sorunu yaşamıyor. Öyle yıllarca kirada oturacak, hem kira hem de alacağı konut için taksit ödeyecek diye bir durum söz konusu değil. Kızım Amerikan üniversitelerinde araştırma görevlisi. O da o sistemden yararlanarak ev sahibi oldu.

Türkiye’de bu sistem iş görür mü? Bence görmez. Bu sistem dar gelirlilerin değil, orta gelirlilerin işine yarar. Şayet uygulama ortamı yarata bilinirse. Zira ancak orta gelirliler hem kira hem taksit ödeyebilir. Asgari ücretle çalışan birinin hem kira, hem de ev taksidi ödeyebilmesi olası mı? Üstelik sistem öyle bir şekilde tanıtıldı ki, emlak piyasasında yaprak oynamıyor. Şimdi rağbet kira evlere. Her ne kadar kiralar el yakıyor olsa da. Ev almak isteyenler beklemede. Ola ki bu sistem sayesinde, kıyıda köşede bulunan paralarına dokunmadan bir ev sahibi olabilirler. Bu konuda ortalıkta ne arsa var ne de gerekli olan alt yapı. Jet Fadıl bile bu sisteme yakın bir sistemle başladığı inşaat işinden paçasını kurtarmak için yurt dışına kaçmıştı. İnşaat para işidir. Az para ile dönecek bir iş değil. Eğer az para ile dönebilseydi kooperatiflerin yaptıkları inşaatlar yıllarca sürüncemede kalmazdı.

***

Silahlı magandaların düğünlerde ve eğlence yerlerinde açtıkları ateş yüzünden can kayıpları büyüyor. İnsanlarımız haklı olarak bu magandalara karşı tepkililer. Bu iş böyle yürümez. Bakın Belçikalı bir turist yaşadıklarımıza nasıl tepki gösteriyor. �Bizde yalnızca poliste silah vardır. Ne evlerde ne de kişilerde silah yoktur.� Bu silahlanma deliliğine mutlaka bir son vermek gerekir. Olur olmaz yerlerde silahını çekip ateş edenlerin ellerinden yalnızca ruhsatını almak yeterli olmaz. Silahı da alınmalı ve kendisine caydırıcı olacak ağırlıkta bir ceza verilmelidir.

Geçmişte halka açık yerlerde çok sık silah ve uyuşturucu madde araması yapılırdı. Üstelik bıçak taşımanın cezası altı aydan, ateşli silah taşımanın cezası ise üç yıldan başlardı. Yıllar önce yakalanan bir silah kaçakçısının verdiği bilgiler yüzünden Menemen’de onlarca kişi ruhsatsız silah bulundurmaktan tutuklanıp yargılanarak ağır cezalar almışlardı. Bir çok kişi bu yüzden yıllarca ceza evinde yatmıştı. Bu korku yüzünden pis kanala ve kör kuyulara nice tabanca atılıp yok edilmişti.

***

Başbakan sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır’da söylediği �Kürt sorunu vardır� sözleri semeresini vermeye başladı. Öldürülmüş bir vatan haini PKK’lının cenazesi yüzünden çıkan olayları ibretle izlememiz gerekir. Bölücüler eylemlerini polis araçlarına saldıracak ve molotof kokteyli atacak kadar ileri götürdüler. Polisin elinde vur emri olmaması yüzünden polis çaresiz. Olayları kendi canını hiçe sayarak yatıştırmaya ve önlemeye çalışıyor. Bu gidiş hayra alamet değil. Bir an önce yeni terör yasası çıkarılmalı ve polisimizin can güvenliği sağlanmalıdır. Ok yaydan çıktıktan sonra iş oluruna kalır. Terör ve bölücülük oluruna bırakılacak bir olay değildir. Bir an önce gerekli yaslar çıkarılarak bu çirkin olayların sona erdirilmesi sağlanılmalıdır.

Özcan Nevres

Hormonsuz Gıda

Yıllar önce adını anımsayamadığım bir Fransız profesör, “bundan böyle insanlar hormonsuz ve sağlıklı et yiyebilmek için evlerinin bodrumunda tavşan yetiştirmek zorunda kalacaklardır” Profesörün savını apartmanımızın terasında piliç yetiştirerek kanıtladım. 25 civciv alarak işe başladım. Altı tanesini kargalar yediler. Kalanları iyi bir koruma altına alarak bu ummadığım düşmanlardan kurtardım.

İlk kez başladığım bu işte acemiliğimin kurbanı oldum. Hepsini aynı gün aldığımdan aynı zamanda büyüyüp kesime geldiler. Bu yüzden piliç etinden, olabildiğince lezzetli olmasına rağmen bıktık. Bu üretime her hafta üçer beşer civciv alarak devam etmek gerektiğini bu bıkkınlık sayesinde öğrenmiş oldum. Neyse ki o günler gelenimiz gidenimiz çoktu. Tüketmekte fazla zorlanmadık.

Çocuklarım yavru tavşan istemişlerdi. Çok küçük Şinşina cinsi dişi yavru aldım. Kısa zamanda evde barınamayacak kadar büyüdü. Götürüp apartmanımızın bodrumuna yerleştirdik. Orası aynı zamanda benim atölyemdi. Onu yere serdiğim gazetelerin üzerine pislemeye alıştırdım. Üç aylık olduğunda ayağıma sarılıp eş aradığını anlatmaya başladı. Tabi ki davranışıyla. Bir arkadaşım yeğeninin bir erkek tavşanı olduğunu, dişileri kesip yediği halde çok iyi bir cins olduğu için kesmeye kıyamadığını söyledi. Orada da bir yanlış yaptık. Dişiyi erkeğin yanına götüreceğimize, erkeği dişinin yanına getirdik. Çok korkmuş olan erkek gizlenecek yer arıyordu. Benim dişi tavşan olabildiğince kösnük, habire erkeğin etrafında dolanıyordu. Erkeğin üzerine çıkacak kadar işi azıtınca erkek korkuyu bırakıp gerekeni yaptı. Yarım saat sonra erkek kovalamaya, dişi ise kaçacak yer aramaya başladı. Hemen erkeği yakalayıp ait olduğu yere götürdüm. Doğrusu merak ediyordum. Yedi kiloluk melez erkek ile üç kiloluk şinşinadan nasıl yavru alacaktım. Yirmi sekiz gün sonra dört yavru doğurdu. İlk bakışta akla bunlar yaşar mı gibi bir düşünce geliyor. Öylesine küçükler. ,

İki ay sonra beş tavşanı bodrum katta beslemeye devam etmek çok zor gelmeye başladı. Her gün koca bodrumu boydan boya temizle, kireç tozu at ve sonra tekrar süpür. Olacak iş değildi. Gereken hazırlıkları yaptıktan sonra arazimizin içindeki büyük baş hayvan damına taşıdım onları. Daha sonra Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesinden dokuz dişi bir erkek Yenizelanda tavşanı aldım. Onları da diğerlerinin yanına koydum.

İyi besledim onları. Hepsi yağlandılar ve üremez oldular. Az sayıda üreyenleri de gelincik boğdu. Tavşanların ulaşamadığı yere koyduğum fare zehrini yemiş farenin kanını emen gelinciğin ölüsünü gördüğümdeki sevincim uzun sürmedi. Bu kez üç kilidi kırma becerisi gösteren hırsızlara kurban oldum. Sonuç; tavşan üretiminde başarısızlık.

Şimdilerde bahçeli bir eve taşınmayı ve orada hormonsuz sebze,tavuk ve tavşan yetiştirmeyi düşünüyorum. Zira hormonlu tüm gıdalarda damak zevki bulamıyorum. Apartmanımızın terasında yetiştirdiğim piliçlerin lezzetini diğer etlerin hiç birinde bulamadım. Belki de yaşadığım kilo sorunumun nedeni de bu yediğimiz hormonlu gıdalar. Doğal olarak emeklilerin işten kopma sendromuna, bu tür uğraşlarla bir çözüm olasılığı da var. Sağlıklı et ve sebze yemenin yanında, zaman öldürmek için bilgisayarın karşısında saatlerce oturmaktan da kurtulmuş olurum.

Özcan NEVRES

12 Mart 2001 Pazartesi

Gerek Kalmadı

AKP li millet vekiller, Ulaştırma Bakanı hakkında verilen gen soru görüşmelerinde kazanın nedeni yaptıkları güzel işleri hazmedemeyen kem gözlerin neden olduğunu açıkladılar. AKP lilere göre görünen o ki her kötülüğün, her olumsuzluğun nedeni kem gözlermiş. Artık trilyonluk hastaneler, sağlık ocakları inşa etmeye, yüzlerce milyara hatta trilyon liralara mal olan cihaz satın almaya da gerek kalmadı. Zira hastalıklarımız da mutlaka kem gözlerden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle şifa bulmak için hastanelere, sağlık ocaklarına gitmeye gerek kalmamıştır. Her kes kendine nefesi ve kalemi keskin bir hoca ayarlasın. Eskilerin deyimiyle hamailini boynuna assın. Sıkıştığı zaman da sakın defi hacetini incir ağacının altında yapmasın. Bakın o zaman hastalık denilen illet kimsenin yakasına yapışabilir mi?

Ey akıl!!!! Gel de uygun bir yerime takıl sen nelere kadirsin. Bir millet vekilinin tren kazası açıklamalarını dinledikçe benim akıl üreticisi beynime bir şeyler oluyor. Zonk zonk zonkluyor ve kafa tasımın içinden fırlayacak gibi oluyor. Çok güzel şeyler yapıyormuşlar da o nedenle kem gözlerin nazarına gelmişler. Sevsinler seni. İlim ve nazar. Birbirlerine tamamen zıt iki kavram AKP millet vekilleri sayesinde kardeş kardeş bir araya geliverdiler.

Yolunuz bu günlerde Ziraat Bankası önünden geçti mi? Ya da Ziraat Bankasına işiniz düştü mü?

Ziraat Bankalarındaki aşırı kalabalık gözünüzden kaçmamıştır. Eskiden Ziraat Bankalarının önleri maaş dağıtım günlerinde kalabalık olurdu. Kalabalık akşam saatlerine kadar sürmezdi. Şimdilerde ise neredeyse tüm ay boyu bankanın önünde izdiham yaşanıyor. Emekliler, yaşlılar maaş kuyruğunda yaşamlarını yitiriyorlar. Geçmiş hükümet döneminde atmış beş yaşını aşmış olanların maaşları evlerinde ödenecekti. Bir ara uygulama başlatılmıştı. AKP hükümeti çok iyi işler yapıyorsa bu uygulamayı neden rafa kaldırdı. Neden böylesine kuyrukların oluşmasını önleyecek tedbirler almadı?

Hükümet büyük bir şovla ve Guennes rekorlar kitabına girme amacıyla Kayseri’de yüz otuz altı fabrikanın aynı anda temelini attı. Sormak gerekir. Bu temeli atılan fabrikaların fizibilite raporları var mı? İşi sonuna kadar yürütülebilecek mali kaynak var mı? Yoksa yine her zamanki gibi istim arkadan mı gelecek. Ya gelmezse ne olacak? Atılan temellerin akıbeti Erbakan’ın ünlü temellerine mi benzeyecek. Bunu zaman gösterecek.

Kayseri’de rekorlar kitabına girme amaçlı temeller atılırken yurdun diğer yerlerinde neden fabrika temelleri atılmıyor? Neden özelleştirme adı altında en verimli kuruluşlar bile elden çıkarılmaya çalışılıyor. İki yılı aştı iktidar oldukları. Şimdiye kadar kaç fabrikanın, kaç hastanenin ve kaç sağlık ocağının bitirilip hizmete açılmasını sağladılar. Neden geçmiş hükümetler zamanında başlanmış olanlar bitirilemiyor? Silivri’de temelli atılan Devlet Hastanesine ne kadar ödenek ayrıldı? Hiç mi? Günde yedi yüz hastaya bakmak zorunda bırakılan Büyükçekmece Devlet Hastanesinin genişletilmesi için ne yapıldı. Günde kırk hastaya bakan SSK nın dev hastanesi ne zaman Devlet Hastanesi ile birleştirilecek.Ne zaman Büyükçekmece Devlet Hastanesinin yedi yüz hastalık yükü azaltılacak? Bunlar mı kem gözlerin şimşeklerini üzerlerine çekecek müthiş başarıları? Yoksa kayırılan yandaşlar mı büyük başarı? Türk Hava Yollarına, TCDD Genel Müdürlüklerine atanan kişilerin uzmanlık alanı ne? Yoksa bu müdürlükleri yönetenler için uzmanlığın önemi yok mu? Yoksa uzman olmamasından kaynaklanan otuz dokuz insanımızın ölümü halen ders olmadı mı?

İlmin yerine hurafeler geçemez. Bu böyle biline. Yaşananlardan ders almak gerekir. Kem gözler bahane. En acı yanı ise çağ dışılık.

Özcan Nevres

Geçmişimize Sahip Çıkalım

Bazı insanlar geçmişte yaşadıklarını unutmamak için günlük tutarlar. Kimileri de gazetelerde okudukları ve kendilerince önemli olan haber ve bilgileri keser saklar. Kimileri de gazete koleksiyonu yapar. Bunlardan hiç birini yapmayı beceremedim. Zira oldukça dağınık bir insanım. Bu günlerde Menemen’de yeni binasına taşınan Devlet Hastanesinden boşalan, şehir merkezinin ortasında yer alan ve yedi buçuk dönüm arsa üzerinde dört binalı eski Devlet Hastanesinin arsa ve binaları üzerinde büyük kavgalar yaşanıyor. 1961 yılında 1960 ihtilali Milli Birlik Komitesi Demokrat Parti iktidarının el koyduğu CHP nin tüm mal varlıklarının CHP ye iade etme kararı almıştı. Bu karar üzerine Demokrat Parti yönetimi tarafından Halk Evi binası arsası ile birlikte Devlet hastanesi, CHP İlçe Binası ise Pratik Kız Meslek Okulu olarak kullanıldığından binaların boşaltılıp CHP ye iade edilmesi gerekiyordu. CHP Genel Merkezi önerisi üzerine CHP Menemen İlçe Yöneticileri olarak her iki binanın da bağlı oldukları bakanlığına hibe etme kararı aldık. Halk Evi binası Sağlık Bakanlığına, CHP İlçe Binası ise Milli Eğitim Bakanlığına hibe edildi.

Yasa gereği bağış yapılan mülkün veya arsanın amacına uygun kullanılmaması durumunda menkulün sahibine iadesi gerekiyor. Bu durumda bağışta imzası olanların harekete geçmeleri gerekiyor. Hadi gel de dokuz kişilik yönetimin isimlerini tam olarak anımsa. Başkan Asım Dönmez, Ragıp Dere, Hüseyin İncekara, Ertuğrul Sofuoğlu, Mustafa al ve ben. Diğer üçünü ise bir türlü anımsayamıyorum. Oysa günlük tutma alışkanlığım olsaydı, hiç zorlanmadan tüm isimleri Belediye Başkanı Sayın Tahir Şahin’e sunardım. İnsan böyle durumlarda günlük tutmanın önemini çok daha iyi anlatıyor.

CHP li Menemen Belediyesi boşalan Devlet Hastanesini Belediye Hastanesi olarak hayata geçirmek istiyor. Çok da isabetli bir karar. Zira neredeyse tüm eczaneler eski hastanenin çevresinde toplanmışlardı. Yeni hastane ise her ne kadar Yahşelli köyü Menemen’e bağlanmışsa da yeni hastane şehrin varoşunda sayılır. Şehir merkezi ile yeni hastanenin arası iki kilometreye yakın. Eczaneler hastane yanına taşınsalar merkezden kopacaklar. Halkın acil ilaçlarını sağlaması için o mesafeyi göze alması gerekecek. Üstelik eczanelerin büyük bölümünün iş yerleri kendi mülkleri.

Eğer bu eski bina elli yataklı Belediye Hastanesi olarak hizmet girmezse o bölgedeki hastaneye bağlı hizmet üreten tüm sektör çökecektir. Hastanenin bazı bölümleri bu merkezde bırakılsaydı daha iyi olmaz mıydı? Acil servisi, diş ve doğum bölümü gibi kısa süreli yatmayı ve ya hiç yatmamayı gerektiren bölümler eski binada kalamaz mıydı? Zaten yüz yataklı bir hastane bırakınız yarının Menemen’ini, bu günün Menemen’inin bile gereksinimini karşılayamaz.

Sağlık ocaklarının bu binaya taşınması sorunu çözmez. sağlık ocakları tedavi amaçlı değil, yalnızca ilaç yazmak ve uzman hekim gerektirmeyen raporlar vermektir. Bunda sağlık ocaklarında görevli hekimlerin hiçbir kusuru yoktur. Bakanlık yetkilerini olabildiğince kıstığından pratisyen hekimlerin ellerinden ne gelir. Bu nedenle o binaların elli yataklı belediye hastanesi olmasında veya devlet hastanesinin bir bölümü olarak kalmasında büyük yarar vardır.

Özcan Nevres

Etik olmayan bir durum

Internet’te arama motorlarına girip tırnak içinde Özcan Nevres diye arama yapıldığında Özcan Nevres adına, en az iki bin yerde rastlanılır. Bu nedenle mi bilmem, adım bazı sitelerde engellenmiş veya ilgim olmayan kurumların reklamına dönüştürülmüştür. Örneğin www.google.com dan arama yapıldığında ikinci sayfada Kadınca Manşet adlı kadın dergisi ile ilgili bölümde Özcan Nevres yazısı tıklanıldığında açılan sayfada AVEKSAN adlı ekmek üreticisi bir işletmenin reklamı çıkmaktadır. Bu durumu adımdan yararlanmaktan başka ne ile izah edebilirler? Böyle bir durum etik olabilir mi?

Sekiz Mart Kadınlar Günü bazı dernek ve kurumlarca kutlandı. Bu arada kadınlarımız adına konuşan bazı kadınlar, kadınlara siyasette eşit hak tanınmasını ve en az kadınlara Büyük Millet Meclisinde yüzde otuz üçlük bir kontenjan verilmesini istediler. Bunu daha çok kadın özgürlüğü adına istediler. Aklıma birkaç soru geldi. Kadınların siyasete girmelerini engelleyen bir yasa mı var? Yıllar önce CHP Menemen örgütünde yönetici iken CHP den İzmir milletvekilliğine aday olan ünlü gazeteci Fatma İrfan Serhan ile Menemen’deki propaganda gezilerini birlikte yapmıştık. Gittiğimiz her yerde onun hakkındaki seçmen görüşleri hep aynı idi. Erkek gibi kadın. Bu arada okurlarıma bir anımsatmada bulunmak isterim. Bir zamanlar televizyonda Marziye adlı bir dizi vardı. İşte o dizinin yazarı bu değerli gazeteci yazar ablamız Fatma İrfan Serhan’dır. O günden bu yana giderek kadın adaylar sayısında büyük bir azalma oldu. Aday olma yürekliliğini gösteren nice kadınımız girdikleri seçimde başarılı olarak milletvekili seçildiler. Bu nedenle sormak istiyorum. Neden çalışarak kazanmak değil de kontenjan? Siyasetten uzak duran, aday olmaktan çekinen hangi kadının parlamentoya girmeye hakkı var mıdır? Elbette seçilmek için çok çalışmak gerekir. Böyle bir çalışmayı göze alamayan, kendisine lütuf olarak sunulan bir milletvekilliğinde başarılı olma şansı var mıdır? Eğer seçilecekse siyasetin içinde yoğrula, yoğrula seçilmelidir.

Sorular artarak kafamda düğümleniyor. Öncelikle hangi kadın? Şu televizyonlardaki saçma sapan sözüm ona eğlence programlarında boy gösteren, ister uysun, ister uymasın her şarkıda göbek atıp kalça çalkalayan, bel kıvıran, evinde eşine, çocuklarına yemek dahi hazırlamayan kadınlar mı? Yoksa kahvehanede gün boyu oturup hokey veya elli bir oynayan bey efendilerin eli nasırlı teni güneş yanığı eşleri mi? O kadınlar ki, gün boyu tarla işlerinde, temizlik işlerinde çalışıp yorgun düştüğü halde yorgunluğuna aldırmayarak çocuklarının aşını pişiren ve evinin de temizliğini yapan gerçek hanım efendilerdir. İşte ben kadınlar günü olan bu günde yalnızca onların günlerini kutlarım. Bazı kadınlar eğlencenin esiri olmuşlar. Bazı kadınlar ise çocuklarının ve ev işlerinin esiri olmuşlar. Bunlardan hangisini kontenjana koyup milletvekili olmasını sağlayacağız.? Bu işler öyle armut piş ağzıma düş felsefesiyle olamaz. İster erkek ister kadın olsun.Kim milletvekili olarak halkına hizmeti düşünüyorsa, mutlaka siyasete girmelidir. Merdiven basamak basamak yükselir. Kontenjan desteğiyle zirveye sıçranılamaz. Sıçrayanları çok gördük. Nedense yararlarını hiç göremedik.

Siyasete girip bileklerinin hakkı olarak seçilip milletvekili olmuş tüm hanımları, bu başarılarından dolayı yürekten kutlarım. İyi çalışıp tüm kadınlara iyi örnek olsunlar ki, kadın siyasetçilerimizin sayısı kadınlarımızı temsil edebilecek kadar çoğalsınlar. Bu kural yalnızca kadınlarımız için geçerli değildir. Tarım ülkesi olan ülkemizin meclisinde kaç tarımcı var? Yok denilecek kadar az mı? Demek ki sorun yalnızca kadınlarımızın değil tüm meslek kuruluşlarımız da.sorunu. Bu sorunların üstesinden gelmek için ise tek yol siyasete girmektir. Bir de seçmesini öğrenmektir.

Özcan Nevres

Benimki karamsarlık mı

Ya karamsarlık benim ruhuma işlemiş, ya da iyimserlik hükümetin iliklerine kadar işlemiş. Ülkenin her tarafında cadı kazanları kaynıyor. Hükümet tüm bu olanların karşısında iyimserliğini koruyabiliyor. Bu yapılan eylemler üç ekim sürecini baltalamak için düzenlenen provokasyonlar diyorlar. İpin ucunun gittikçe elden kaçmakta olduğunu görmezlikten geliyorlar.

Okumaya devam et “Benimki karamsarlık mı”