Yunanistan’da yine kriz mi var? Yoksa Megalo idealarının gereği olan karasularını on iki mile çıkarma arzusunu gerçekleştirecekleri uygun bir zaman mı olduğuna inanıyorlar? Şu günlerde Yunanistan hava sahasını on iki mile çıkarmayı kararlaştırmış durumda. Bu karar Türkiye’nin umursamazlığıyla işleme konulursa ve Türkiye’den tepki gelmezse gelsin karasularında da on iki mil. Böylece Ege denizini bir Yunan iç denizine çevirme arzusunu Gerçekleştirmiş olacaklar. Bu durumda gel de Bülent Ecevit’i sevgiyle, saygıyla ve rahmetle anma. Kıbrıs savaşına ilk adım atıldığında harita üzerinde Ege denizini tam ortasından bölen bir çizgi çizilmişti. Eğer bu çizgi Yunanlılar tarafından aşılırsa Türkiye bunu savaş nedeni sayacağını sert bir dil ile Yunanistan’a bildirmişti. Yunanistan yıllarca Türkiye’nin bu kararına uymuş ve o çizgiyi aşmamaya dikkat etmişti. Ta’ki Netekim paşanın yaptığı seksen darbesine kadar.
Geçmişte üç mil olan karasuları Demokrat Parti döneminde altı mile çıkarılmıştı. Bu karar Yunanistan’ın Ege’deki adaları yüzünden Yunanistan’ın lehineydi. Karasularının altı mile çıkarılması Yunanistan’ın başarısıydı. Yunanistan bu başarısını yinelemek için ve karasularını on iki mile çıkarmak için nabız yoklamaya başlamıştır. İnşallah Yunanistan’a bu fırsat verilmez. Verilirse Ege denizi bir Yunan gölü olur.
Antalya’nın Kaş ilçesine gidenlerin iki buçuk mil uzaklıktaki Meis adasını gördüklerinde mutlaka içleri sızlar. Yunanistan nerede? Meis adası nerede? Türkiye’ye iki buçuk mil, Yunanistan’a ise bin mil uzaklıkta. İçme ve kullanma suyundan yoksun olan bu adaya Yunanistan’dan tankerlerle su taşınmaktadır. Adada yaşayanlar Yunanistan’dan aldıkları maaşla ve biraz da balıkçılıkla geçimlerini sağlamaktadırlar. Buna rağmen Yunanistan bu ada üzerinde uluslar arası anlaşmaya aykırı olmasına rağmen bir de hava alanı inşa etmiştir. Bu hava alanını inşa etmelerindeki amaçları Türkiye’yi güneyinden kuşatmak içindir.
Kaş’tan Kalkana giden sahil yoluna yaklaşık iki yüz metre mesafede iki adacık var. Geçmişte Yunanlılar gelip bu adacıklara Yunan bayrağı çekmişler. Bu adalar bizim diye. Neyse ki bizimkiler gidip bayrağı indirmişler ama ne yazık ki bizim bayrağımızı dalgalandıramamışlar. Zira o iki adacık da Foça körfezindeki adacıklar gibi hangi ülkeye ait olduğu belirlenmemiş adacıklardanmış. Akla ilk gelen ne işi var bu Yunanlıların bu adacıklarda sorusudur. Olsa, olsa Megaloideanın adım, adım uygulaması olabilir. Yani ne kaparsak kar diyorlar.
Henüz on üçüncü yaşına yeni basmış torunum ücretsiz telefon konuşmalarının başladığı saat olan on dokuzda beni aradı. Çok heyecanlıydı. Dede, sana bir şey sorabilir miyim dedi? Tabi ki dedim. Dede paralı askerler vatan savunmasında başarılı olabilirler mi? Belli ki askerliğin paralı olmasına çok bozulmuştu. Bana ters düşer. Ben günü gününe yirmi dört ay askerlik yaptım. Askerlikte geçen iki yılımı kayıp yıllar olarak değil, gurur yıllarım olarak tanımlarım. Bu ilerlemiş yaşımda geri hizmete çağırsalar, seve, seve giderim. Askerlik vatan borcudur, bu borcu ödemek zorunludur, kaçınılmaz dedim. Dahası, paralı askerlerden oluşan Amerika Birleşik Devletlerinin ordusu, olabildiğince ileri teknolojiye sahip olmasına rağmen girdiği her savaşı kaybetmektedir. Bu da paralı askerliği savunanlara ders olsun dedim.
Paralı askerliğin konuşulduğu bu günlerde Almanya’nın ordusunu paralı askerlerle oluşturma kararı aldığı açıklandı. Bunda şaşılacak bir şey yok. Askere alabileceği genç nüfusu olmayan bir ülke paralı asker çalıştırmaktan başka ne yapabilir ki? Kaldı ki Almanya’nın komşularıyla hiçbir sorunu yok. Türkiye gibi ateş çemberinin içinde değil.
Torunum Zonguldak’tan arayıp söylemeseydi haberim dahi olmayacaktı. Torunum müthiş sinirliydi. Dede sen bu Ermeni ile profesörü tanıyor musun diye sordu. Profesör Yusuf Halaçoğlu bir süre önce Türk Tarih Kurumunun başkanı idi. Sözünü ettiğin Ermeni Sevan Nişanyan eşinin kafasından aşağı kendi dışkısını döken biri. Dahası Türkler ve Atatürk hakkında iğrenç sözler sarf ettiği bir kitabın da yazarı dedim. Zaten ben de anlamıştım o Ermeni’nin öyle biri olduğunu. Dedi ve telefonu kapattı. Programı sinirlerimi allak bullak etse de sonuna kadar izledim. Bir insan ne kadar şerefsiz olursa olsun ekmeğini yediği bir ülkeye bu kadar kin kusmaz. Utanmadan sıkılmadan ülkemizin en değerli profesörlerinden biri olan Yusuf Halaçoğlu gibi öz be öz Türk’e sesini olabildiğince yükselterek defalarca sen yalancısın diyor. Belli ki Sayın Halaçoğlu Fatih Altaylı’nın taraf tutmasına rağmen Sevan Nişanyan’ın ipliğini pazara çıkarmakta kararlı. Ermeniler ile ilgili Fransızların ve İngilizlerin bin dokuz yüz on beş yılında yaşananlara ait tutanaklarını gözüne gözüne sokuyor ama Nişanyan bunların hiç birini kabul etmiyor. Kendi zırvalarının Sayın Halaçoğlu tarafından kabul edilmesini istiyor. Fatih Altaylı ise Nişanyan’ın hakaretlerine müdahale edeceğine sırıtmakla yetiniyor. Sanki bu bizim tanıdığımız ve zaman zaman Teketek programını izlediğimiz Fatih Altaylı bu Altaylı değildi. Bizim tanıdığımız Fatih Altaylı olsaydı Halaçoğlu’na sen yalan söylüyorsun dediğinde o sözü Nişanyan’ın ağzına tıkardı ama yapmadı.
Seval Nişanyan bildiğim kadarıyla Kuşadası Şirince’de otel işletmeciliği yapıyordu. Sit ilan edilmiş bazı Rum evlerini izinsiz onarıp otel olarak işlettiği için de on ay hapis cezası almıştı. Türk’leri ve Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ü aklınca aşağılayan kitabı yayınladığında yöre halkının tepkisi karşısında korkaklığının gereği oteli terk ederek kaçmıştı. Bu adama sormak gerekir. Sen neyi amaçlıyorsun? Türkiye’yi değil de Ermenistan’ı vatan kabul ediyorsan ne işin var Türkiye’de? Def olup gitse ya kendisini ait olduğunu zannettiği Ermenistan’a. Kendisini tutan mı var? Ne malum? Belki de Ermenistan onu kabul etmiyordur.
İstanbul’da Sümer Kooperatif evlerinde elektrik ustabaşısı olduğum zamanda kooperatifin hafriyat işlerini yapan Dikran adında bir Ermeni vardı. Bir gün bana bak oğlum. Benim iki kızım ve iki de kamyonum var. Sen çok dürüst ve çalışkan bir insansın. Bunun farkındayım. Eğer kabul edersen sana iki kızımdan birini, hangisini beğenirsen veririm. Zaten iki kızıma da ev almıştım. Kamyonun birini de sana veririm. Baba oğul olarak beraberce çalışırız demişti. Siz Ermeni’siniz. Ben ise Türk’üm. Ayrı dinlerdeniz. Neden kızınızı kendi ırkınızdan ve dininizden olan birine vermiyorsunuz da bana vermek istiyorsunuz dediğimde, bizimkiler yine kudurmaya başladılar. Kızlarımın başına bir felaket gelmesini istemiyorum. Zaten oğlum yok. Kızlarımın Türkleşmesini ve soyumun sona ermesini istiyorum demişti. Belli ki bin dokuz yüz on beş yılında yaşananları kızlarına yaşatmak istemiyordu. Buna rağmen bu teklifini kabul etmemiştim. Kim bilir? Belki de korktuğunda haklıydı.
Seval Nişanyan ise ne kendini ne de ırktaşlarını düşünmüyor. Zira dünyanın en fakir ülkelerinden biri olan, ancak yabancı ülkelerde yaşayanların mali destekleriyle ayakta durmaya çalışan Ermenistan’ın seksen bin vatandaşı Türkiye’de kaçak işçi olarak çalışıyor. Ermenistan’ın soy kırımı zırvalarıyla Türkiye’yi dünya ülkelerinin karşısında soy kırımcı olarak tescil ettirme çabaları karşılığında Türkiye bu kaçak çalışmakta olan seksen bin Ermeni’yi kapı dışarı ederse ne olur? Ermenistan’daki işsizler ordusuna seksen bin işçi daha katılır. Böylece Ermenistan ekonomisi en ağır darbeyi alır.
Türkiye’nin Ermenistan’a karşı artık hak ettikleri şekilde sert bir tavır alması gerekir. En kısa zamanda dünyanın tepkisi ne olursa olsun bu kaçak işçileri kapı dışarı etmesi gerekir. Yıllardır. Ermeni ASALA örgütünün katlettiği diplomatlarımızın katledildikleri ülkelerde katledilen diplomatların heykellerini ibreti alem için dikmelidir. Ermeniler utanmadan bir çok ülkede soy kırım anıtları diktirirken daha ne kadar bekleyeceğiz. Misillemeyi ne zaman yapacağız.
Türk’ler bir milyon Ermeni’yi katletti diyorlar. Bunu söyleyenlerden biri de Türk. Bunu söylediği için de NOBEL ödülüne layık görüldü. Oysa olayların yaşandığı bölgede bulunan toplu mezarların tümünde Türk’lere ait iskeletler var. Soykırımı iddialarına mesnet olacak tek bir toplu mezar yok. Zira Ruslarla iş birliği yapan Ermeni komitacılar gerçek anlamda Türk’lere soy kırımı uygulamışlardı. Osmanlının çok zayıf düştüğü bir dönemde Osmanlıları arkadan kalleşçe hançerleyerek on binlerce insanımızı katletmişlerdi. Ermeniler yavuz hırsız ev sahibini bastırır atasözüne uygun bir oyun oynuyorlar ve çamur atmayı sürdürüyorlar. Bunu önlemenin tek yolu hak ettikleri şamarı suratlarına indirmektir.
Sevgili Osman, ne bu yazdıklarımı okuman, ne de dün senin için konuştuklarımızı duyman olası değil. Yine de soruyorum sana, çok acele etmedin mi o bir metre derinlikteki karanlık çukura girmek için. Sen hayat dolu, olabildiğince hırslı, hiçbir şeyin azıyla yetinmeyen bir insandın. Sen yüreğinde sonsuz sevgiler taşırdın. Evlat sevgisi, arkadaş sevgisi hele hele insanlara olan sınırsız sevgini anlatabilmenin olasılığı var mı?
Dün ortak dostumuz, can arkadaşımız sen ve ben gibi sosyal demokrat Aziz Topuz’la beraberdik. Dönekliğin moda olduğu bir süreçte, dönmeyen kaç kişi kaldık ki. Seni sordum Aziz hocaya,
Osman Kaya’yı görüyor musun diye? Az koşturmamıştınız onunla dağlarda ovalarda. Arı kovanlarının çok bal vermesi için sık sık yerlerini değiştirirdiniz Hep dost elini uzattığın insanlar sana komünist damgasını vurmakta çok cömert davranmışlardı. Çalıştığın köye gelip seni sorduğumda köylüler,
Şu bizim Komünist Osman’ı mı soruyorsun diye sorarlardı. Bizlerin yüreğinde sınır tanımayan insanlık sevgisi vardı. Onlara darılmanın olasılığı var mıydı. Aziz hoca,
Şu bizim Komünist Osman’ı mı diye sormadı. Gözlerine bir hüzün çöktü. Neredeyse ağlayacaktı.
O bir motorsıklet almıştı. Aklına estikçe, uzun gezilere çıkıyordu. Ama ecel onu, o gezilerde değil, Kıbrıs’a gidecek olan torununu uğurlamak için hava alanına giderken yakaladı. Arkasından bir araba sıkıştırmış, ona yol vermek isterken yol kenarına yığılmış olan bir kum yığınına girmiş,arkadan gelen araba da çarpmış ona. Hastaneye kaldırmışlar, beyin kanaması nedeniyle girdiği komadan çıkamadı ve bir ay kadar önce yitirdik onu dedi.
***
Bugün kurban bayramı. Bizim gönlümüz insan sevgisi kadar hayvan sevgisiyle de dolu. Bu nedenle ikimiz de sevmezdik bu kanlı bayramı. Ölümüne duyduğum acı tüm gece uyutmadı beni. Arkadaşımız, meslektaşın, genç yaşında yitirdiğimiz Ali Kaya’yı da anımsadım bu gece. Kalp ağrılarının ölüm habercisi olduğunu bildiğinden eşine,
Öldüğümde Nevres’e söyleyin, mezarımın başında bana, Moğolların garip çobanını ve kendi sesiyle kasete doldurduğu o çok beğendiğim şiiri defalarca, ağzı yoruluncaya kadar okusun. Vasiyetini yerine getirememenin burukluğu çöktü içime. Ne garip çobanın plağı nede o beğendiği şiirin kaydı kalmamıştı bende. Sadece birkaç mısrası kalmıştı usumda. Bu gün aybaşı, olmaz olsun/delik geniş yama dar/gözlerimin önünden geçti/bir bir alacaklılar. Çok aradım plağı da, şiiri de bulamadım. Seni çok habersiz yakaladı ölüm. Sen Ali gibi bir vasiyet bırakmamışsındır ardında. İyi ki bırakmadın. Bıraksaydın, belki de senin vasiyetini de yerine getirememenin burukluğunu taşırdım içimde.
Seni Foça’nın Bağarası bucağında tanımıştım ilk kez. Sağlık memuru olmana rağmen, siyasetin ta göbeğindeydin. Okuyan, okuduğunu anlayan ve öğrendiklerini halka anlatmaya uğraşan bir aydındın. Ebe eşinle birlikte, gece, gündüz demeden, hastalara ulaşmaya ve onları tekrar sağlıklarına kavuşturmaya adamıştınız kendinizi. Böyle devlet memuru olur muydu hiç. Devlet memuru dediğin etliye sütlüye karışmaz, salla başını al maaşını diyen türden olurdu. Sen o insanlara bambaşka şeyler söylüyordun. Ola ki sen bir komünisttin. Daha o yıllarda adın çıktı komüniste. Ve ardından gelen sürgün yılları. Eşine çocuklarına doyamadan ayırdılar seni. Oradan oraya sürdüler. Hayrettin Karademir dostumuz gibi. İkiniz için sürülmek olağandı. Her sabah kalktığınızda emredilen yere gitmek için denginiz bağlanmış ve hazır olurdu. Emekli olana kadar aralıksız sürdü bu sürülmeler. Sanki sizlerin sürüldüğünüz yerdeki insanların eğitilmeye gereksinimleri yoktu.
***
Emekli olduktan sonra daha sık görmeye başladık biri birimizi. Sen emekli olmakla kabuğuna çekilecek bir insan mıydın. Arıcılığa başladın. Dağlar ovalar doyurmadı seni. Sen insanları seviyordun. Onlardan gördüğün nice kötülüklere rağmen, onlardan kopamıyordun. Arıları satıp yeniden mesleğine döndün. Para diye bir sorunun olmadığı halde, bir operatör doktorun yanında narkizatörlük yaparken, elinde iğne çantası evlerden evlere insanları sağlıklarına kavuşturmak için koştun durdun. Zaman zaman şehir hayatı bunaltırdı seni. Yanıma gelirdin, elindeki torbada şarap olurdu. Bahçelerimden birine gider beraberce içerdik getirdiğin şarapları. Dur durak bilmezdin ovada. Ağaç ve sebzelerin diplerindeki otları temizlerdin yorulmadan.
Erişilmesine olanak olmayan büyük projelerle gelirdin bazen. Gökçeada’da iki yüz dönüm yer alalım bağ yetiştirelim orada. Git gez o adayı, bak bakalım bağcılığa elverişli mi demiştin. Kıramadım seni. Hayatımda ilk defa Gökçeada’ya gittim sayende. Keşke hiç gitmeseydim. Devlet erkinin iyi yönetmek için var olması gerekir. Saldım çayıra mevlam kayıra felsefesiyle devletin yönetilmemesi gerekir. Adayı terk eden Rumlardan sonra, turizmcilikle, balıkçılıkla hiç ilgisi olmayan insanları götürüp yerleştirmişler oraya. Neyse ki, Muğla’nın Yatağan ilçesinin Eskihisar köylülerini, termik santral nedeniyle adaya yerleştirmişler de, ondan sonra pansiyonculuk başlamış adada. Tarım yapmanın ise hiç olasılığı yok. Devlet su işlerinin yaptırdığı üç adet baraj ve sulama tesisleri, hiçbir işe yaramamış. Tunceli’den nakledilenlerin sahibi oldukları hayvan sürüleri, tarıma aman vermiyor. Oysa Gökçeada’nın tarım yapılamayacak bir karış toprağı yok. Gökçeada’yı sil kafandan demiştim sana.
Yine bir gün geldin bana. Gözlerinin içi gülüyordu. Çandarlı’da bir ada varmış. Büyüklüğü beşbin dekar kadarmış demiştin. Gidelim o adayı görelim. Ada hazineninmiş. Hazineden kiralayalım orayı. Meyve, bağ, sebze ve orman yetiştirelim orada. Meyve, sebze, bağ bahaneydi. Sen kendi yetiştirdiğin bir ormanın içinde tükenip yok olmayı düşlüyordun. Olası mıydı o adayı ormana gark etmek. Tükenirdin orada. Tüm servetini yüze katlasan bile yetmezdi düşlerini gerçekleştirmeye.
Su var mı o adada diye sormuştum.
Bilmiyorum demiştin. Oysa ben biliyordum ne o adada ne de o adaya yakın olan adalardan hiç birinde su olmadığını. Çok dil dökmüştüm sana, bu ada hevesinden vazgeçmen için. Sen yetişkin oğlunu kaybetmenin acısını içinden söküp atamazken, kızının rahatsızlığı da eklenmişti bu dayanılmaz acına. Bir şeyler yapmak istiyordun. Seni olabildiğince oyalayacak, acılarını azaltacak bir iş kurmak istiyordun kendine. Olmadı. Küçük bir arazi almanı önermiştim sana. Ovada gezmedik yer bırakmamıştık. Kimini uzak bulmuştun, kimini de pahallı.
Kooperatiften edindiğin yazlığının bahçesine tüm dünyayı sığdırmak istiyordun. En güzel çiçeklerle, en lezzetli meyvelerin ağaçlarıyla donatmak istiyordun o minik bahçeyi. Sana yardımcı olamadım, verdiğim birkaç nar ve asma çubuğunun dışında.
Sen belkide tek oğlunu kaybettiğin feci kazadaki ölüm gibi bir ölüm arıyordun kendine. Sonunda başardın da. Bir motor sıklet kazasında yitirdin o deli dolu yaşamını. Ölümler genelde ya bir çukura düşerek yada şarampollere yuvarlanarak olur. Senin ölümün bile başka oldu. Bir tümseğe çarparak yitirdin o deli dolu yaşamını. Çok merak ediyorum, sen dünyaya sığmazken nasıl sığdın o çukurun içine. Tüm insanlara ışık olmak istiyordun. Şimdi o daracık, olabildiğince karanlık çukurda nicesin diye.
Sen, ben ve bizim gibi daha niceleri, toplumsal eşitlik, sosyal demokratlık uğruna az çile çekmedik. Sürüldük, horlandık, damlarda (hapishane)yattık. Karaoğlan diye biri çıktı ortaya. Bizler için ne büyük umut olmuştu. Açlığı, sefaleti, eşitsizliği çok derin bir çukura hep birlikte. gömecektik Hiçbir güç bir daha çıkaramayacaktı onları o derin çukurdan. Biz neler ummuştuk ondan. O bize yoklukları, kuyrukları reva görmüştü. Bakamaz olmuştuk fakir fukaranın ve de işsizlerin yüzüne. Umuttu bizlerin en güzel aşı. O aşımızı da yitirdik Karaoğlan diye peşine takıldığımız yüzünden. Sen komadaydın onun bizi yıkan, acılara, umutsuzluklara boğan sözlerini söylediğinde. Ben artık değiştim, ama bazı dar kafalılar daha değişemedi dediğini ve Fethullahçıların okullarına övgüler yağdırdığını duyamadın. İyi ki duymadın. Yoksa ona inat, ölümüne sürdün motor sıkletini o kum yığınına diye düşünecektik.
Sen o arkadaş canlısı ve insan sevgisi dolu yüreğinle yaşadığımız sürece yaşamaya devam edeceksin hep yüreğimizde olacaksın. Sen mezarında rahat uyu sevgili Osman.
İzmir’in Kordonboyu’nun en az atmış beş yıllık geçmişini bilirim. Bu gün yaşananlar hemen hemen her yıl yaşanır. Her yıl lodosun kabarttığı deniz ve dalgalar Kordonboyu’nu sular altına alır. Bu yıl kış aylarında sık sık esen lodos denizdeki met olayıyla birleşince her yıl esen lodosun etkisinden çok fazla oldu. Belki de dalgaların bu denli büyük olmasına körfezdeki kirliliği yok etmek için kaldırılan Homo dalyanının da büyük etkisi olmuş olabilir. Bir hanım efendi bir televizyon muhabirine bu görüntüler İzmir’e yakışmıyor diyor. Diyor ama çözüm nedir söyleyemiyor. Oysa bu dev dalgaları önlemek için Kordonboyu’na en az dört metre yüksekliğinde çok sağlam duvar inşa edilmesi gerekir. Böyle bir durumda sahilin ne değeri kalır? Deniz içinde yapılacak olan bir dalga kıranın hem maliyeti çok yüksek olur. Hem de çok büyük bir deniz kirliliğine neden olur. Deniz ulaşımına da engel olur. Bu durumun çözümü çok eskidendi. Kordonboyu’nda inşa edilen binalarda en az bir metre su basmanı olması gerekirdi. Ancak o zaman dalgaların neden olduğu sorunlar yaşanmazdı. Karşıyaka ilçesinde ise dalgalardan çok daha büyük bir sorun vardır. Özellikle Bostanlı semti neredeyse deniz seviyesinde olduğu için bazı evlerin zemin katları ve bodrumları yağmur suları ile dolmaktadır. Geçmişte belediye sokak ve caddelerde dolgular yaparak suya akış sağlamıştı ama, evlerin çukurda kalmaları yüzünden tam bir çözüm olamamıştı. Ne yazık ki geçmişte yapılan yerleşim hatalarının ceremesini bu günün insanları ödüyorlar.
Geçmişte insanlar bir yere yerleşecek olduklarında iki duruma çok dikkat ederlerdi. Birincisi sel sularının etkili olmadığı yükseklik. İkincisi ise temiz havaydı. Temiz hava ölçümünü çok basit bir yöntemle gerçekleştirirlerdi. Kestikleri bir hayvanın etini parçalara ayırırlar, bu parçaları yerleşmeye niyetlendikleri yerlere aynı anda astırırlardı. Et parçalarından hangisi en geç kokmuşsa yerleşim için o alanı seçerlerdi. Oysa günümüzde öyle olmuyor. Örneğim Dilovası. Bölgenin en verimli topraklarına sahip olmasına rağmen orada çok hızlı bir sanayileşme olmuştu. Sanayi beraberinde kentleşmeyi de getirmişti. Yıllarca Dilovası’na yerleşenler ve oradaki tesislerde çalışanlar kansere yakalanıp feci şekilde yaşamlarını yitirmişlerdi. Kanser salgınının boyutları çok büyüyünce hükümet önlem alma gereği duymuştu. Fabrikalara filtre taktırılmış, yerleşim alanına da doğal gaz getirilmişti. Bu sayede kirlilik oldukça azalmış ve insanlar rahat nefes alır oldular.
Menemen’de de dünyanın en kirli ve en zararlı sanayisi olan plastik sanayisi için çalışmalar yapılıyordu. İzmir’den kovulan plastik sanayicileri Menemen’in göbeğine, halkın sağlığını hiçe sayarak tesislerini taşıyacaklardı. Taşınma işini iki bin on yılına kadar tamamlayacaklardı. Dünya iki bin yirmi yılına kadar bırakınız plastik imalini, plastik eşya kullanımını dahi yasaklamaya hazırlanırken bu taşınma işini anlamak olası değil. Plastik sanayicileri de bu durumu kesin olarak biliyorlardır ama onların amaçları bambaşka. İki bin yirmi yılında plastik kullanımı yasaklanırsa onlar da makinalarını söküp hurdaya verirler. Fabrikalarının arsalarına koca koca apartmanlar dikerler. Zaten o bölge beş kata imarlıydı. İmar kararı iptal edilerek plastikçilere ucuz arsa sağlanmıştı. Üstüne üstlük plastik sanayinin zararlarından kurtulmak için iki yüz metrelik bir koruma alanı ayrılmıştı. Çok zararsız olduğunu iddia ettikleri halde bu koruma alanının gerekçesini anlamak olası değil. İleride bu plastik sanayi yüzünden insanların kanser hastalığına yakalanacakları kesin. İnşallah belediye hatasını anlar ve hatasından döner de Menemen bu beladan kurtulmuş olur.
Kütahya’nın Kısacık köyünde onlarca yetişkin insan kredi borçlarını ödemek için yasak olmasına rağmen böbreklerinin tekini organ mafyasına satmışlar. Bir insanın borcunu ödeyebilmek için böbreğini satması kabul edilebilir mi? Nedir bizim insanlarımızı bu duruma düşüren. Organ satmak suç olduğuna göre, bu organları ellerinin altında tuttukları hastalara nakleden doktorların yaptığı kabul edilebilir mi? Organlarını satan insanlar organlarını sattıklarını açık açık söylüyorlar. Bu durumda yetkililerin harekete geçip, organı kime sattıklarını, böbreği ameliyat ile hangi doktorun aldığını bulmaları ve o doktorları yargıya teslim etmeleri gerekmez mi? Bu organlar alındıktan sonra Türkiye’de mi yoksa başka ülkelerde mi kullanıldığının tespit edilmesi gerekmez mi? Organ satan kişiler sonuçta bir hastaneye yatırılıp organı alınıyor. Organı alınan kişilerin sağlıklı yaşama garantileri var mı? Bu ameliyatların yapıldığı hastaneler yeteri kadar hijyene sahip mi? Ya değilse ve organını veren kişi mikrop kapıp ölürse bunun sorumlusu kim olacak? İnsan hayatı bu kadar ucuz olamaz. Bu nedenle bu yasa dışı organ satışları ve yasa dışı ameliyatların mutlaka önüne geçilmesi gerekir.
Bize ne oluyor dedirtecek o kadar çok olay var ki; insan hangisini yazacağına karar veremiyor. Güzel İzmir’imizin Çiğli ilçesinde yaşamakta olan ve henüz daha on dördündeyken öz dayısı tarafından tecavüz edilmek isteniyor. Kız karşı çıkınca da öz dayı öz yeğenini yirmi bir bıçak darbesiyle öldürüyor. Aklın almayacağı bir olay. Dayı çocuk sayılacak yaştaki yeğenine ona olan sevgisini göstermek için bir cep telefonu hediye ediyor. Belli ki bu bonkörlüğü kıza göz koyduğu için yapıyor. Amacı kızın kirli emeline karşı çıkmasını önlemek olduğu anlaşılıyor. Belki de böyle pahalı bir hediye aldığı için kızı kandırıp emeline ulaşacaktı. Ne yazık ki kız ırzını korumak uğruna canından oldu. Irz düşmanı dayı ise bu olayın kirli izini alnında ömür boyu taşıyacak.
Bu ve buna benzer olaylarla çok karşılaşır olduk. Nedeni ise hak edilmeyen af yasaları çıkması ve cezaların caydırıcılıktan uzak olması. Hele şu iyi hal durumu nedeniyle tahliyeler yok mu? İşte beni deli eden de bu. Bir insan eğer bir suç işlemişse bunun bedelini mutlaka ödemelidir. Yargı ne karar verdiyse o karara uyulması gerekir. İdam cezası kaldırılmış. Ceza evleri beş yıldızlı otel görümünde. Bu durumda suç işlemekten kim korkar ki?
Her ne kadar ülkeyi yönetenler ülke ekonomisi için pembe tablolar çiziyorlarsa da kazın ayağı öyle değil. Yokluk, açlık ve sefalet insanları intihara sürüklüyor. Eskiden çöp varillerinden nafaka çıkarmaya çalışanların sayıları üçü geçmezdi. Oysa şimdi sayılamayacak kadar çoklar. Ne yapsınlar o insanlar. Hırsızlık yapamayacak kadar onurlu olan bu insanlar yaşama tutunabilmek için nafakalarını çöp varillerinden aramaktan başka ne yapabilirler?
Meteorolojinin verdiği bilgilere göre önümüzdeki günlerde hava sıcaklığı sekiz on derece birden düşecek. Yine tüm canlılar bu ani hava değişikliğine hazırlıksız yakalanacaklar. Ani hava değişikliği yüzünden kış ürünü enfeksiyonlara yakalanarak sıkıntılı günler yaşanılacak. Zayıf bünyeliler ise yorgan döşek yatacaklar. İnsanlar sağlık ocaklarının daracık bekleme salonlarında tıkış tıkış sıra beklerlerken birbirlerine hastalıklarını aşılayacaklar. Zaten domuz gribinin balon söylentileri yüzünden insanlar olabildiğince rahatsız. Birkaç gün önce ilaç yazdırırken hekim arkadaşıma grip aşısı da yazmasını söylediğimde, grip aşısının domuz gribini tetiklediği söylentisi var. Bu söylentinin sonucu alınıncaya kadar bekleyelim dedi. Hekim karşısında boynumuz kıldan ince. Ne derse kabulümüzdür.
Dışarıda müthiş bir lodos ve elli metre uzaklığımızdaki denizden gelen müthiş bir gürültü var. Meteorolojiden metre kareye seksen kilo yağış uyarısı var. Yine yüreklerde sel korkusu var. Neyse ki lodos sert esse de soğuk havaya neden olmuyor. En azından insanlar evlerinde sobasız oturabiliyorlar. Ya sonra? Ne kaldı kara kışın başlamasına? Önümüzde seçim olmadığı için fakire zor ulaşan kömür dağıtımı belki de yapılmayacak. Anlaşılacağı gibi önümüzde dar gelirliler için çok zor günler var. Dar gelirliler kömür hayaliyle ve kışı nasıl geçirecekleri korkusuyla yaşarlarken tuzu kuru olanlar özlemle kar yağışlarını bekliyorlar. Ki kayak yapmanın zevkini yaşasınlar.
Bu gün yine kanser hastası bir babanın çocuğu beni MSN sine eklemiş. Eklemek istediğinde çevrim dışıydım. Bilgisayarımı açtığımda ekrana birinin beni MSN sine eklemek istediği bilgisi geldi. Eklemesini kabul ettim. Az sonra beni MSN sine ekleyen ile yazışmaya başladık. Babam kanser hastası. Birisinin önerisiyle babamı Marmaris’e Ziya Özel’e getirdik. Yirmi günden beri Marmaris’teyiz. Babamın durumu gittikçe kötüleşince İnternet’te kanser hastalığıyla ilgili araştırma yaptığımda sizin sitenizde Ziya Özel hakkında yazmış olduğunuz yazıyı buldum. Lütfen bana yardımcı olur musunuz? Keşke Marmaris’e gitmeden önce bana ulaşsaydınız. Sizi Çapa Tıp Fakültesindeki çok değerli bir onkolog arkadaşıma yönlendirirdim. O size ne yapmanız gerektiğini sıradan bir insan olarak değil, hekim olarak bildirirdi. Bu arada şunu da belirteyim dedim. Ben bu güne kadar Ziya Özel’in iyileştirdiği hiçbir kanser hastası görmedim. Sizden önce biri daha aradı beni. Yalvarırım ne olur bana Ziya Özel’in telefon numarasını verin demişti. Ona hayrola hastanızın daha kısa bir zamanda ölmesini mi sağlamak istiyorsunuz dedim. Eğer bende onun telefon numarası olsaydı, her ne kadar onun Muğla Devlet Hastanesine baş hekim olmasına neden olduğum için vicdan azabı çekiyorsam da hemen verirdim dedim ve gerekli uyarıları da yaptım.
Yazışmamız sürerken yanımda torunum Can Nevres de vardı. Yazılanları o da okuyordu. Yazışmaları okurken gözleri dolu doluydu. Yazışma sırasında kız kardeşimin rektum ve babamın pankreas kanserinden öldüğünü, ikisini de ne ilk umut ne de son umut olarak Ziya Özel’e götürmeyi düşünmediğimi yazdığımda torunum önce rektum kanserinin ne olduğunu sordu. Bir taraftan yazışma sürerken ona rektum kanserinin ne olduğunu anlattım. Son söz olarak da acılı evlada babanızı hemen alıp evinize dönünüz. Ona hiç olmazsa son günlerini geçireceği rahat bir ortam hazırlayınız. Size acil şifalar değil, Allah’tan sabır diliyorum dedim. Bir insanın çok sevdiği bir yakınının gözlerinin önünde yitip gidişini görmesi kolay değil. Ne kadar zor olursa olsun. Katlanmak zorundayız. Sonuçta bizim de gideceğimiz yer o hastaların gideceği yer değil mi? Ne yazık ki hasta yakınlarına teselli vermekten ve sabır önermekten başka bir şey elimizden gelmiyor.
Nedense insanlar çaresiz kaldıklarında gerçeklerle yüzleşmekten korkuyorlar ve gerçeği bir türlü kabul edemiyorlar. Kaç kez Ziya Özel’in onkolog olmadığını, genel cerrah olduğunu ve onun zakkumla tedavi dediği uygulamanın Hiçbir bilimsel değeri olmadığını yazdım. Üstelik zakkumla tedavi Ziya Özel’in buluşu değildir. Amerika’da iki yüz küsur yıl önce zakkumla tedavi uygulanmış ve zakkumla yapılan tedavide hastalarda çok hızlı bir iyileşme görülmüş ama kısa bir zaman sonra hastalar kalp sektesinden ölmüşler. Anlaşılmış ki, zakkum kanserli hücreleri yok ederken kalpten ölüme neden oluyor. Bunun üzerine kanserli hastalarda zakkumla tedavi yasaklanmış.
Bevliye uzmanı Sayın Saim Kuttaş’ın bu konuda söylediklerine kulak verelim. Dünya sağlık örgütü kanseri tedavi edecek bir ilaç geliştirene iki milyar dolar ödül verecek. Ziya Özel gerçekten kanserin ilacını bulduysa formülünü dünya sağlık örgütüne götürüp versin ve ödülünü alsın. O ödül onun yedi sülalesini ihya eder. Bu sözleri sıradan bir insan değil, bir bevliye uzmanı söylüyor. Kanser hastalarının yakınları benim yazdıklarıma değil bu değerli hekimin söylediklerine kulak versinler. Bu arada Yenifoça’lı Mustafa K.yi rahmetle anıyorum. Onu en son olarak Muğla’da Recai Güreli caddesinde eşiyle birlikte görmüştüm. O yıllarda şimdiki gibi otobüs bolluğu yoktu. Son otobüse yetişemediklerinden şans eseri bir araç bulabiliriz diye bekliyorlardı. Yakınında üç otobüs vardı. Üçü de İzmir plakalı. Otobüsün birinin sahibi ve sürücüsü olan Boşnak Nazmi arkadaşımdır. Ona Mustafa’yı gösterdim. Bu arkadaşı belki tanımıyorsundur. O da senin gibi otobüs sahibi ve sürücüsü. Yenifoça İzmir arası çalışıyor. Gençlerden birine rica edelim yerini bu hasta arkadaşımıza versin. Yalnız senden bir ricam olacak. Menemen’e vardığınızda bir taksi bulup Yenifoça’ya gitmelerini sağla dedim. Bir genç hastaya yerini verip ayakta gitmeyi kabul edince bir diğeri de eşine yerini verdi. Menemen’e vardıklarında Nazmi bir taksi bulup bindiriyor ve Yenifoça’ya gönderiyor. Ne yazık ki Mustafa evine kavuşamadan yolda can veriyor. Bu konuda babasını çok uyarmıştım ama beni değil başkalarını dinledi. Kendi eşi de kanser hastalığından yatağa düştüğünde Ziya Özel’in adını bile anmadılar. Kanser hastaları ve yakınları şunu iyi bilsinler. Bitkiler kansere karşı koruyucu olabilirler ama asla kanser ilacı olamazlar. Zakkum da bitkidir. Üstelik bir ilacın hastalar üzerinde kullanılması için çok uzun araştırmalar gerekiyor. Yıllarca kobaylar ve daha sonra gönüllü deneklerde denendikten sonra piyasaya sürülüyor. Her ilacın bir formülü vardır. Formülü olmayan sözde ilaçların hiçbir bilimsel değeri olmadığı gibi tedavi edici özelliği de yoktur. Kanser konusunda son söz birilerinin değil, hekimlerin olmalıdır.
Giritliler genelde çok kavgacı ve atak olurlar. Nevres Cafer ağa da on iki yıl cepheden cepheye sürülmesine ve çektiği onca çileye rağmen savaşa doymamış bir adamdı. Girit’in Yunanlılığı her zaman tartışılması gerekir. Zira Girit adasının yerli halkının kökeni MİNOS tur. Dor istilasından sonra o adada ne MYKENOS kaldı, ne de MİNOS. Dor istilasından kaçan Yunanlılar iki koldan Anadolu’ya kaçtılar. Dor’ların ırk kökeni tartışma konusudur. Kimi tarihçilere göre Orta Asya’dan gelme Türk kökenli. Kimilerine göre Kuzey Avrupa’dan gelen Ari kökenli. Balkanlarda da durum aynı. Üst üstte gelen Türk göç ve yerleşimlerinden sonra, Balkanlardaki insanların Türk oldukları kesindir. Macarların ihraç mallarındaki damgalarında Madein Hungari yazması onların ne denli Türk olduklarını kanıtlamaz mı? Eğer Dorların kökeni Türk ise Yunanlıların kökü ne olur bilemiyorum. Kökleri ne olursa olsun, Yunanlılar Türk kökenli Giritlileri, uyguladıkları vahşetlerle göçe zorlamışlar ve doğup büyüdükleri toprakları terk etmek zorunda bırakılmışlardır.
İki buçuk yıl süren savaşlardan sonra, 6 eylül 1669 da varılan bir anlaşmayla Girit Osmanlıların hakimiyetine girmişti. Osmanlı hakimiyeti 10 ağustos 1913 yılına kadar sürmüştü. Osmanlı yönetimi bir çok isyanları kolayca bastırmıştı. 1886 da başlayan isyandan sonra Girit çok fena karışmıştı. Zira Osmanlı, Rus ve Balkan savaşları nedeniyle çok yıpranmıştı. Başka devletlerin isyanları desteklemeleriyle Türkler ve Rumlar arasında uzun yıllar süren çatışmalar olmuştu. Osmanlı desteğinden yoksun kalan Türkler, üstüne üstlük birde Rus ve Balkan savaşları için gençlerin tamamı askere alınınca, Yunan destekli Rumların karşısında ezilmeye başladıklarında Anadolu’ya kaçış başlamıştı. Bu bir göç değildi. Büyük bir katliamdan kaçıştı. Katliamdan kaçanlar, varlarını yoklarını geride bırakarak, canlarını kurtarmaya çalışıyorlardı.
Kaçış Rumlara ait teknelerle sağlanıyordu. Bazı tekne sahipleri Anadoluya kaçırmak için teknelerine aldıkları savunmasız insanları öldürerek üzerlerinde buldukları para ve altınları aldıktan sonra denize atıyorlardı. Daha sonra geriye dönüp yeni kurbanlar arıyorlardı.
Nevrezaki Cafer’in amcası zabitti. Selanik’e yerleşmişti. Cafer askere alınınca geride kalan ağabeyi Osman, çareyi Anadolu’ya göç etmekte bulmuştu. Nevrezaki ailesi Menemen’e yerleşmişti. Rumlar Osman’ı Menemen’de de bulmuşlardı. Onu Vakıf Çayırı mevkiinde pusuya düşürerek öldürdüler. Nevrezaki Cafer Trablusgarp ta, Balkanlarda ve Kafkaslarda on iki yıl boyunca cepheden cepheye sürüldü. Terhis edilip Menemen’e döndüğünde Ege’de Yunan işgali başlamıştı. Hayatının en acı günlerini Yunan işgali zamanında yaşamıştı. Doksan dört yaşında noktalanan tüm yaşamı içerisinde,
Ah, ah derdi, bir Türk Yunan savaşı çıksa a gönüllü askere gitsem.Takılırdım kendisine,
Dede, gözlerin görmüyor, nasıl savaşacaksın Yunanlılarla? Çok fena kızardı.
More gözüm görmüyor ama belki karamboldan öldürürüm birkaç Yunanı.
Ya onlar seni öldürürlerse?
Öldürsünler more nasıl olsa ben de onlardan birkaç kişi öldüreceğim ya. Anılarını uzun uzun anlatırdı. Girit2te Rumlarla nasıl kapıştıklarını, Rumları nasıl yıldırdıklarını, bu yüzden Rumların kendilerine Nevroz (sinirli) lakabını taktıklarını, zamanla bunun Nevrezaki’ye dönüştüğünü bıkmadan usanmadan defalarca anlatırdı.Dede bunları çok anlattın dediğimizde,
Olsun more, bir daha dinleyin, fena mı derdi. Anılarında en köklü yer etmiş olanı ise Kafkas savaşı dönüşündeki yaşadıklarıydı.
Savaş sonrası geri dönüyorduk. Ayaklarımızdaki postallar parçalandığından, tabanlarımız yere, buzların üstüne basıyordu. Yiyecek yok: Açlık canımıza tak etmişti. Bir at karşımıza çıkmıştı. Hemen atı yakalayıp kestik. Topladığımız çalı çırpılarla pişire bildiğimiz kadar pişirerek yemeye başladık. Ben açık gözlük ederek atın derisinden kocaman bir parça keserek ayaklarıma sardım. İplerle bağlayarak çarık gibi kullanmaya başladım. Biz atın etini yerken, komşu birliğin at seyisi geldi.
Bu yediğiniz etin komutanımın atının eti olduğunu biliyorum. Bana da verirseniz, komutanıma söylemem dedi. Ona da et verdik. Ne yapsın zavallı? Oda bizim gibi açlıktan kıvranıyordu. Ben ayağıma sardığım deri yüzünden çok rahat etmiştim.
Dede nasıl yediniz o yarı pişmiş at etini diye takıldığımda,
More ne yapacaksın? Aç mı öleceksin derdi
***
Foça’ya yerleşmiş olan Arabaki Mehmedali anlatmıştı.
Senin deden Nevres Cafer ağa çok kabadayı bir adamdı. Babamla çok iyi arkadaştılar. Ortak koyunculuk bile yapmışlardı. Yunan zamanında dedenle babam koyun otlatmaktan dönerlerken, babama arkalarından gelen iki yunan askerini işaret etmiş.
Bak be Arabağa, arkamızdan iki Yunan askeri geliyor. Öldürelim onları, alalım ellerindeki silahları. İkimize de silah lazım. Babam,
Hadi öldürelim deyince ilerideki bir kürlüğün içine saklanmışlar, askerler iyice yaklaştıklarında deden atlamış üzerlerine. Babamın korkudan eli ayağı tutulmuş, kürlüğün içinde öylece kala kalmış. Deden bakmış babamdan hayır yok hemen ötekinin üstüne atlayıp onu da öldürmüş. Dedem bu olayı bana hiç anlatmamıştı. Yine bir gün ziyaretine gittiğimde savaş anılarını anlatmaya başladı.
Dede hep savaşları anlatıyorsun. Arabağa ile ne yaptığını hiç anlatmıyorsun.
Ne more kim anlattı sana bunu.
Arabağa’nın oğlu Mehmedali.
Babası mı anlatmış ona?
Babası anlatmış. Bir de sen anlat bakalım.
Bir gün koyunları çobanlara bıraktıktan sonra Menemen’e dönüyorduk. Arkamızdan iki Yunan askerinin geldiğini gördüm. Arabağa’ya,
Hadi more Arap, öldürelim şu askerleri, alalım tüfeklerini ellerinden.
Ya öğrenirlerse bizim öldürdüğümüzü?
Hadi more dedim. Kim anlayacak bizim öldürdüğümüzü? Her gün çeteler, Yunanlı öldürüyor. Bunu da çetecilerden bilirler. Karar verdik öldürüp silahlarını almaya. İleride Sefer beylerin köşede bir kürlük vardı. Askerlerin bizi göremeyecekleri bir yere geldiğimizde kürlüğün içine girip beklemeye başladık.Öndekini Arabağa öldürecekti. Arkadakini de ben öldürecektim. Önümüze geldiklerinde atladım birinin üstüne. Belindeki kasaturayı alıp hemen sapladım. Baktım Arabağa yok ortalıkta. Öteki askerin silaha davranmasına fırsat vermeden yakaladım onu. Kasaturasını çekip onu da öldürdüm. O zaman ben çok acardım. İkisini de öldürmek çok kolay oldu. İkisinin de kasaturalarını, kütüklüklerini ve silahlarını alıp kürlüğe döndüm. Arabağa’nın korkudan eli ayağı tutulmuş tir tir titriyordu. Hemen tüfeğin birini, kasaturayı ve kütüklüğü uzattım. Hadi more kalk oradan. Karanlık basıncaya kadar ovada saklanalım. Gece evimize döneriz dedim. Gece olunca evlerimize gittik. Ben kiremitleri kaldırıp, tüfeği, kasaturayı ve mermileri altına sakladım. Daha sonra Arabağa’nın evine giderek ona verdiğim silahı da aynı şekilde kiremitlerin altına sakladım.
Yunan kaçarken o tüfekleri kiremitlerin altından çıkardık. Güzelce temizledikten sonra Değirmen dağına çıktık. Orada bir çukur bulup içine girip sipere yattık. İki kişi daha yanımıza geldi. Kaçan Yunanlılara ateş açtık. Makinalı tüfekleri bizden yana çevirip öyle bir ateş açtılar, hiç birimiz başımızı dışarı çıkaramıyoruz. Kurşunlar başımızın üzerinden vınlayarak geçiyor. O sırada bir hücum borusu çalmaya başladı. Bizim gibi Yunanlılarda Türk askerinin Menemen’e girdiğini zannettiler. Büyük bir kaçış başladı. Kaçarken beraberlerinde götürdükleri koyun sürülerini de bıraktılar. Ben,
Hadi gidelim o koyun sürülerine el koyalım dedim. Sonradan gelen o iki kişi gelmek istemediler. Korktular. Biz Arabağa ile gidip sürüleri çevirdik. O koyunlar ikimize de maya oldu. O koyunlar sayesinde ikimiz de zengin olduk. Yine savaş yıllarına geri döndüğünde, yavaşça odadan çıktım. Gözleri iyi görmediğinden çıktığımı fark etmemişti. O anlatmasına devam ediyordu.
Çok çalışkan bir insandı dedem. Doksan dört yıl süren yaşamında hiç dinlenmeden çalıştı. Gözleri görmemesine rağmen, el yordamıyla bağ buduyor, boğaz çapası yapıyordu. Sordum dedeme,
Dede gözlerin görmediği halde nasıl buluyorsun gideceğin yeri.
More eşek biliyor yolu. Tam bizim bağın yanında bir karaağaç var. O ağacı biraz seçe biliyorum. Ağacın yanına geldiğimde eşeğe dön diye işaret ediyorum. Sergiye vardığımızda eşek duruyor. İnip onu bir ağaca bağlıyorum. Ot bol. O yayılırken ben işime devam ediyorum.
Kıbrıs çıkartmasında,
Ah more ah, beni de alsaydılar askere. Kim bilir kaç Yunanı öldürürdüm diyordu. Kıbrıs çıkartmasının yapıldığı günler, zafer haberleri onun hayatı boyunca yaşadığı en güzel günleri olmuştu.
Orman yangınları yine faciaya dönüştü. Antalya’da kırk bin hektar orman yanarken ve yurdun bir çok kesiminde de sürerken bazı köylerde evler, damlar ve hayvanlar yandı. Bazı köyler boşaltıldı ama belli ki boşaltmada geç kalındı. O savunmasız ve korunmasız hayvanların cayır cayır yanmalarına hangi yürek dayanır? Tüm sahillerde orman yangınları peş peşe çıkıyor. Sabotaj mı, ihmal mi, cehalet mi yoksa vatan hainliği mi bilen yok? Bu sıcak yaz günlerinde orman içerisinde piknik yapılması kesinlikle yasaklanmalıdır. Yasaklanamıyorsa orman yetkilileri işçilerini, piknikçilerin geride bıraktıkları sönmemiş ateşleri söndürmeleri ve yangına neden olduğu bilinen renkli şişeleri toplamalıdırlar. Bu konuda her vatandaşımıza çok önemli görevler düşmektedir. Ormandlara, ormana sıçrama olasılığı yüksek olan yerlerde ateş yakanlar mutlaka ihbar edilmelidir.
Türkiye’nin önemli ormanlarındandır koru dağı ormanları. Bir Pazar günü Menemen’e Çanakkale yolundan giderken Koru Orman Piknik Yeri’ne on kilometre kala sarhoş oldukları belli olan bir grup yaktıkları büyük ateşin etrafında oyun oynuyorlardı. O kadar kişiye siz ne yapıyorsunuz dememe olasılık yoktu. Yol boyunca gözlerim bir köy aradı. Köye girip köyün muhtarını bulup durumu bildirecektim ama görünürde köy yoktu. Tam Koru Orman Piknik Alanına vardığımda bir jandarma aracının harekete geçtiğini gördüm. Korna çalarak durdurdum ve uzman çavuşa on kilometre geride orman kenarında büyük bir ateş yakılmış olduğunu ve ateşi yakanların sarhoş olabileceklerini söyledim. Çanakkale yönüne doğru hareket etmiş oldukları halde hemen yön değiştirip bilgi verdiğim yöne gittiler. Belki de ben olası bir yangını bu davranışımla önlemiş olmuştum. Neyse ki şimdi cep telefonları var. Yol boylarında orman yangını ihbar telefonlarının da numaraları var. Artık henüz başlamış olan yangını ihbar etmek çok kolay. Yeter ki insanlarımız bu konuda duyarlı olsunlar.
Yine çok ağır bir facia yaşadık. Konya’da kaçak bir kuran kursunda on altı kız çocuğu bilgisizliğin kurbanı olarak feci şekilde can verdiler. Yirmi kadar çocuk yaralanmış ve halen beş altı çocuğun dirisine veya ölüsüne ulaşılamamış. Belli ki ölü sayısı daha da artacak. Kopan bir gaz borusundan sızmakta olan gaza karşı önlem almaları gereken öğretmenler ve sorumlular nedense gaz vanasını kapatmaya akıl edememişler. Ne yazık ki çocuklara kuran öğretmekten başka bilgi vermedikleri, için çocuklar gaz kaçağı olan bir yerde elektrik düğmelerine dokunulmaması gerektiğini öğretmemişler. Bir de aklımın almadığı bir durum var. Bu patlamaya neden olan gaz doğalgaz ise doğalgaz tesisatlarında çok mükemmel gaz kesicileri var. Gaz borusu patladığında o sistemin kaçak gazı algılayıp gazın akışını kesmesi gerekirdi ama nedense kesmemiş. Dahası bu şekilde toplu olarak yaşanan yerlerde ve hatta evlerde gaz kokusuyla alarm çalan ve gazı kesen çok ucuz aletler de var. Benim evimde olanı gibi. Beş yıl önce yirmi beş milyona almıştım. Bu günlerde fiyatı daha da düşmüş olabilir. Değerli okurlarım. Evinizde tüp gaz kullanıyor olsanız dahi bu alarm cihazından mutlaka alıp ocağınızın yanına takın. Dahası benim evimde de arabamda da iki kiloluk yangın söndürücüsü var. Zira ateşle oyun olmaz. Hele hele araba tüplü olunca yangın söndürücüsünün önemi çok daha fazla artar.
Konya’daki patlama olayı oldukça vahim ve ibret alınması gereken bir olay. Diyanet İşleri Başkanlığından yapılan açıklamada bu kuran kursundan haberimiz yok deniliyor. Bakan ise bu gibi, kurslar kontrolümüz altındadır diyor. Tam dumurluk bir olay. Diyanet İşleri Başkanlığının haberi yoksa bakanlığın haberi nasıl olur? Burası Türkiye. Olur, böyle olaylar. Bir ülke ki Çernobil faciasından sonra hükümetin bakanı (Cahit Aral) televizyonda boy gösterip üstüne basa basa radyasyonun çaylarımıza hiçbir zararı yok. Bakınız ben çayımı nasıl içiyorsam siz de gönül rahatlığıyla içebilirsiniz diyebiliyorsa ve sonrasında Karadeniz bölgesinde kanser patlaması olmuşsa ve halen facialardan ders alınamıyorsa insanlarımız ne yapsınlar?
Silivri ve Büyükçekmece’de jandarmanın yaptığı operasyonda yüz dört yabancı uyruklu kadın yakalandı. Elli dördünde zührevi hastalıklar ve ikisinde de HİV virüsü saptanmış. Bana bir şey olmaz mantıksızlığıyla yaşayanlar yüzünden bu hastalık taşıyıcı kadınlar ne yazık ki oldukça fazla. Neyse ki jandarmamız bu konuda oldukça hassas ve görevini hakkıyla yapıyor. Bu konuda başarılı çalışmalar yapan ve bu ahlaksızlığa geçit vermemeye çalışan jandarmamızı yürekten kutlarım.
Uzun zamandan beri zakkum olayı, sık sık manşete çıkmakta, bir türlü güncelliğini yitirmemektedir. Olaya gerekli tepkilerin gösterileceğini umarak bu güne kadar susmayı yeğledim.
13-10-1989 günkü Günaydın gazetesinde Zakkumcu Ziya Özel ile ilgili haber, şüphesiz yürekten alkışlanması gereken bir haber niteliğindedir. Ziya Özelin zakkum tedavisinin bilimsel bir değerinin olmadığını açıkça ortaya koymuştur. Dileğim büyük gazetelerin bu yazımda adı geçen kişiler veya yakınları ile geniş bir söyleşi düzenleyerek, Zakkumcu Ziya Özel in hekimlik kimliğinin en açık şekilde gözler önüne serilmesinin sağlanmasıdır.
Operatör Doktor Ziya Özel i Muğla Devlet Hastanesinde operatör doktor ve Başhekim olarak çalıştığı yıllardan tanırım. Ulus gazetesinde çıkan bir yazım üzerine Başhekim görevinden alınmış, yerine Ziya Özel atanmıştı. Kısa zamanda üst üste yaptığı başarılı ameliyatlarla adı, il sınırlarının dışına, tüm ilçelerine kadar yayılmıştı. İyi bir operatör, paraya önem vermez, ameliyat yaptığı hastalara kesin şifa verir diye. Oysa o sürümden iyi para kazanıyordu. Nam olsun diye konuğum olan rahmetli Meddah Hakkı Acar ı da ameliyat etmek istemişti. 84 yaşındaki Meddah Hakkı Acar ın 25-30 kilo ağırlığındaki fıtığının alınması yaşamının sonu olacaktı. Zira bu ağır yükten kurtulan karın zarı yukarı doğru gerilecek ve kalbe yapacağı baskı bu 84 yaşındaki ihtiyarın ölümüne neden olacaktı. Onu Ziya Özelin elinden zor kurtarmıştım.
Dükkanımın karşısında üç çocuklu bir komşum vardı. Kocası bir turizm şirketinde şoför olarak çalışıyordu. Komşum bir gün bana geldi. Memesinde bir ur olduğunu Doktor Ziya Özel in KANSER teşhisi koyduğunu, memesinden parça alınıp İzmir ve İstanbul a tahlile gönderildiğini, İzmir den gelen tahlil sonucundan kanser olduğunun anlaşıldığını anlattı. Bu nedenle hemen ameliyatla memesinin alınacağını söyledi. Her ne kadar İstanbul dan gelecek sonucu beklemesini önerdiysem de dinlemedi. Ameliyatla memesini aldırttı. Daha hastaneden taburcu edilmeden İstanbul a gönderilen parçanın tahlil sonucu geldi. Ur habis değil selimdi. Koşumun kadınlığının en güzel simgesi olan memesi gitmişti. Uzun zaman olayın şokundan kurtulamamıştı. Günlerce yitirdiği memesinin ardından göz yaşı dökmüştü. Oysa onun gözyaşları yitirdiği memesinin geriye gelmesini sağlayamıyordu.
Komşuma çok önemli bir görev düşmektedir. Basına nasıl aldatıldığını açıkça anlatması gerekmektedir. Unutmasın bu bir insani görevdir.
Yeni Foçalı (İzmir) Mustafa Kalkan ın hastalığı da kanserdi. Hekimler altı ay kadar ömür biçmişlerdi ona. Babası Ziya Özel i nasıl bir hekim diye bana sordu. Götürmemesini söyledim ama dinletemedim. Ziya Özele götürdüler. Ziya Özel hastanın babası Mazlum Kalkana kesin iyileşme garantisi vermişti. Mazlum Kalkan, doktorlara göre daha altı ay yaşaması gereken oğlu için oldukça yüklü bir para ödemesine rağmen oğlunu iki ayda yitirdi. Böylece oğlunun geride kalan kısa ömrü Ziya Özel sayesinde dört ay daha kısalmıştı. Daha sonra Mazlum Kalkan ın eşi de bu amansız hastalığa yakalanmıştı. Çare aramadığı doktor ve harcadığı paranın haddi hesabı yoktu. Ziya Özel e götürmeyi aklının kenarından bile geçirmemişti. Zira yediği kazığın farkındaydı. Eşinin ölümünden sonra üst üste gelen acılara dayanamayarak kendisi de intihar ederek yaşamına son verdi.
1971 yılında 12 mart muhtırasından sonra kurulan hükumetin Sağlık Bakanının halası da kanserliydi. Ona da doktorlar altı ay kadar ömür biçmişlerdi. Sağlık Bakanı Muğla’ya telefon edip Ziya Özel den uyguladığı tedaviyle ilgili bilgi aldıktan sonra halasını, tedavi edilmek üzere Muğla Devlet Hastanesine göndermişti. 17 gün sonra Sağlık Bakanına halasının öldüğü bildirilir. Sağlık Bakanı çok öfkelenir ve Ziya Özel in tayinini Bursa ya çıkarır.
Yanılmıyorsam 1977 yılında Dünya Onkoloji Kongresi Bursa da yapılmıştı. Ziya Özel bu kongreye kanseri tedavi ettiğine dair bir bildiri sunmuştu. Kongre bu bildiriyi BİLİMSEL GEÇERLİLİĞİ YOK diye reddetmişti. On yıl sonra Devlet bakanı Sayın Tınaz Titiz ile görüşme olanağı sağlar. Bakan bu müthiş buluşa inandırılmıştır. Emir verir ve TRT bilinen programın çekimini yapar. Çekim yapılır ama bir türlü yayına konulmaz. Zira bu buluş hakkında önemli kuşkular vardır. Bu arada Bevliye Uzman Doktoru Saim Kuttaş ın bana söylediklerini de aktarmak istiyorum. Bu adam sağda solda ne dolaşıyor böyle? Dünya Sağlık Örgütü kansere bulunacak ilaca iki milyar dolar ödül veriyor. Versin ilacının formülünü Ömür boyu sırt üstü yatsın. Bu günkü ederinin iki trilyon liraya yakın bir para olduğunu göz önüne aldığımızda Sayın Saim Kuttaş a hak vermemek olası mı?
Vuralhan olayında kamu oyu dikkatini başka yöne çekmek için yayına konulur. TRT bilmeyerek, istemeyerek bir barajı patlatmıştır. Bu patlayan para barajıdır. Paralar sel gibi Ziya Özelin para kasalarına akmaktadır. Bu akan parayı ne durdurmaya, ne de yönünü değiştirmeye ne TRT nin, nede devletin gücü yetmez. Ziya Özel i televizyona çıkarıp ben yanılmışım, zakkumun kanser tedavisinde yeri ve önemi yoktur dese bile, yine hasta ve hasta yakınlarını inandıramazlar.
Ziya Özel in mesai arkadaşları Doktor Saim Kuttaş, Doktor Hasan Erdem, Doktor Hüsamettin Demircioğlu, Doktor Recep Fındıkoğlu nun ve diğerlerinin bildiklerini basına açıklamaları gerekir. Unutmasınlar bu bir insanlık görevidir. Aksi halde nice ölümcül hastaların yakınları bir umut uğruna hastalarını iyileştirsin diye Ziya Özel in pençesine düşecekler. Sonunda hastalarını yitirenler, birde bakacaklar ki, yitip giden yalnızca hastaları değil, koca bir servet te hastalarıyla birlikte yitip gitmiştir. Muğla daki Ziya Özel in mesai arkadaşları son söz sizlerindir. Zaman geçmeden tüm bildiklerinizi insanlık adına açıkça ortaya koymalısınız. Şimdiden sonsuz teşekkürler sizlere. 14-10-1989
Özcan NEVRES
İnternetteki yazınızı henüz okudum.
Benim ve çalışmalarım hakkında hiç bilgisi olmayanlar maalesef sizin gibi düşünmeye devam ediyorlar.
Yazdıklarınızın hepsi gerçek dışı. Bahsettiğiniz hastaları tanımam ve görmedim. Memesini aldığımı bahsettiğiniz hastayı ne gördüm ne de tanırım.. Bursa’ya tayin olmadım,orasıyla hiç ilgim yoktur. Bursa’da kongre diye bir şey bilmiyorum.
Bakanın halasını hiç tanımam.
Ankara’da 4.Balkan ülkeleri tıp günleri toplantısında, 20 Eylül 1973 tarihinde tedavi ettiğim hastaları tebliğ ettim.
20 Temmuz 1990 tarihinde Almanya’da Bonn’da Türk Alman araştırma gurubunun tebliği vardır.
ABD.de 1992 senesinde 5 135 745 Nolu patenti aldım.
Bu konuda daha fazla bilgi almak isterseniz İnternette ANVİRZEL i ararsanız gerekli bilgiyi alırsınız.
Sanırım sizi biraz olsun bilgilendirdim.
Dr. Ziya Özel
Tarafsız gazetecilik gereği Sayın Ziya Özel in mailini sayfama koyuyorum. Bundan sonrası memesi alınan ve kendisini rahmetle andığım Hamdiye Demir in oğlu Gazanfer Demir e ve ablalarına, Yenifoça lı rahmetli Mustafa Kalkan ın eşine, oğluna ve kardeşlerine düşer. Bu arada şunu da belirtmek isterim. Yukarıda adını belirttiğim hastaları Sayın Operatör doktor Ziya Özel’in hepsini tanıdığını ispat ederim.
Bu konu ile ilgili görüşünü aldığım çok değerli bir onkoloji profesörü Sümer Yamaner’in verdiği yanıtı birlikte okuyalım ve konu ile kararımızı ona göre verelim.
6-7 sene önceydi. Amcam mide kanseri idi ve karaciğeri metastaz doluydu. Kemoterapiden yarar sağlayamadık. Denize düşenin yılana sarılması misali aile seferber oldu. Bana, Ziya Özel e götürelim mi diye sordular. Ben de tıbbın bittiği yerde istediğiniz yere götürebilirsiniz ama bir şey beklemeyin dedim. Gittiler. Adam, tedavisinin temelini ateşin yükselmesine oturtmuş. Saatlerce ateş konusunu anlatmış. İlaç vermiş. Günde bilmem kaç kere ateşine bakılacak ve çizelge hazırlanacak demiş. Çıkışta da sekreteri piyasa fiyatının 10 katına hasta termometresi satıyormuş!!!! Bu bile ciddiyetten ne kadar uzak olduğunun kanıtıdır.
Selamlar, saygılar. Sümer Yamaner
Değerli okurlarım, lütfen zakkumla ilgili bilimsel bilgilere değer verin. Kanser ile ilgili gerçek bilgileri bu siteden www.hastane.com.tr den öğrenebilirsiniz. Tüm hastalara acil şifalar dilerim.
Filmin adına bakar mısınız? Neymiş Bay Can Dündar’ın amacı? Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ü halka içimizden biri olarak sevdirmek içinmiş. Onun için mi Atatürk’ü karanlıktan korkan korkağın biri, kadın düşkünü ve ayyaş biri olarak belletmeye çalışıyor. Nedir bu insanların Atatürk hazımsızlığı. Gerçi Ermeni kökenli olduğu söylenen Can Dündar için fark etmeyebilir ama dinine bağlı olan tüm Müslüman Türk’ler için Atatürk ve devrimleri çok önemlidir. Eğer Atatürk Kurtuluş Savaşını başlatmasaydı ve kazanmasaydı bu gün camilerimizin yerinde kiliseler olurdu. Ezan sesi yerine çan seslerini dinlemek zorunda kalırdık. Sahte dincilerin, din bezirgânlarının gerçek yüzlerini halkımızın artık görmesi, onların Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’e çamur atmalarına itibar etmemeleri ve atamıza dört elle sarılmaları gerekir.
İşin ilginç yanı Atatürk’ü hazmedemeyen sözde dindarlar padişahlığın geri gelmesi özlemi içindeler. Peki, padişahlar, özellikle son dönemdekiler sütten çıkmış ak kaşık mıydılar? Kaç nikâhlı eşi ve kaç cariyeleri vardı? Eğer dürüstseler bunu da dile getirmeleri gerekmez mi?
Torunum üç kasıma kadar henüz on yaşında. Mustafa filmine gitmiş. Hep bildiğim şeyler ama Atatürk’ümüzü alkolik, karanlıktan korkan bir korkak ve kadınlara çok düşkün biri olarak tanıtılmak isteniyor olmasını içime sindiremedim. İşte bu yüzden Atatürkçü Düşünce Derneğine üye olmaya karar verdim. Ama Atatürkçü Düşünme derneğinin nerede olduğunu bilmiyorum diyor. Zonguldak’ı ben de iyi tanımadığım için daha kolay bulabileceğin CHP ye gidip oradan öğrenebilirsin dedim. Gerçi on yaşındaki bir çocuğun hiçbir derneğe üye olmaya yetkisi yoktur ama onur üyesi yapabilirler. On yaşındaki bir çocuğun bile filmdeki çirkefliği net olarak anlamış olması sevindirici bir durum. İnşallah yeni yetişen gençlik Atatürk’ü Can Nevres gibi yürekten sever.
***
Yoğurduyla ünlü Silivri’nin tröstleşen süt sanayisi yüzünden yoğurduyla birlikte adı unutulur olmuştu. En azından artık Silivri yoğurduyla anılmıyor. Bu günlerde Silivri’nin adı bırakınız Türkiye’yi, dünyanın gündeminde. Eski belediye başkanı Sayın Selami Değirmenci başkanlığı döneminde bu cezaevinin Silivri’de kurulmaması için çok uğraş vermişti. Belediye AKP ye geçince cezaevinin önünde hiçbir engel kalmamıştı. Oysa bu cezaevinin Silivri’de kurulmaması için çok önemli bir neden vardı. Cezaevinin kapladığı alan bin dönüm. Üstelik dünyanın en verimli arazilerinden biri diyebileceğimiz verimli topraklara sahip bir arazi burası. Nedense AKP ve önceki hükümetler zamanında cezaevinin bu alanda inşa edilmesi için çok ısrarlıydılar. Sonunda da muratlarına ermiş oldular. Bu kadar büyük bir cezaevinin kurulması bu kadar çok önemli idiyse neden verimsiz topraklar üzerinde kurulmadı. Orada yaşayan insanların sefaletten kurtulacaklarından korktukları için mi? Devleti yönetenler bir tarım arazisinin en az bin senede oluştuğundan haberleri yok mu? Bu gidiş böyle sürer giderse gelecekte insanlar yiyecekleri sebzeleri saksılarda yetiştirmek zorunda kalacaklar. Şayet saksılarına tarıma uygun toprak bulabilirlerse.
***
Türkiye’nin önemli göllerinden Bafa gölü kurumaya yüz tuttuğu gibi atıklar yüzünden oluşan kirlilik nedeniyle gölde balıklar yaşayamaz olmuşlar. Ekolojik dengenin ne olduğundan habersiz olan bazı cahiller gölün kurumasını hevesle beklemektelermiş. Nedeni ise kendilerine işleyebilecekleri tarlalar çıkacakmış. Bir kere Bafa gölünün suyu önemli oranda tuzlanmış durumda. Kuruduğu takdirde tarıma elverişli arazi olabilmesi için arazinin drenaj kanalları ile yıkanması gerekir. Çok pahalı olan bu sistemle temizlenecek olan arazinin hiçbir garantisi olamaz. Fazla sulama yüzünden dipte kalan tuz yine yukarıya çıkar ve toprağın gerenleşmesine neden olur. Yıllar önce Ova gölü ile Elmalı gölü arazi kazanmak için kurutulmuştu. Kurutulma nedeniyle ekolojik denge bozulduğundan göller yeniden canlandırılmak isteniyor ama iş işten geçmiş oluyor. Zira ekolojik dengenin tekrar oluşması için çok uzun yıllar gerekiyor. İnşallah sağduyu hâkim olur ve Gediz nehrinden su desteği alan Menemen’deki Sazlı göl gibi Bafa gölüne de Menderes nehrinden su desteği sağlanarak gölün yok olması engellenir.
Ülkemizde nar ağacını meyvesinin kalp sağlığı için çok yararlı olduğu bilindiği halde tüketimi az olan bir meyve türüdür. Yakın zamanda yapılan araştırmalarda narın kalp koruyucu ve besleyici özelliği bilimsel olarak ispatlanmıştır. Televizyon programlarında bu bilimsel araştırmanın sonucu açıklandığında nar en çok aranan ve fiyatı en çok artan meyve olmuştu.
Nar bahçesi bilinçli olarak düzenlenirse ağacı kısa zamanda gelişir ve ürün vermeye başlar. Nar bahçesi nasıl hazırlanmalıdır? Öncelikle bilinmesi gereken narın mısır gibi birbirine dayanarak döllendiğidir. Bunun için ağaçların araları üç metre, sıra aralığının ise dört metre olması gerekir. Dikim yapıldıktan sonra araları hiçbir şekilde işlenmemelidir. Özellikle meyve verdiğinde altındaki otlar temizlenmemelidir.
Nar bahçesi
Nar üreticilerinin en şikâyetçi oldukları durum meyvesinin çatlamasıdır. Zira çatlayan narın tanelerini kuşlar büyük bir hızla tüketirler. Geriye yalnızca kabuğu kalır. Kuşlar tüketmese bile Pazar değeri çok düşük olur. Akla şöyle bir soru gelebilir. Nar niçin çatlar? Cinsi bozuk olduğu için mi? Hayır. Nar türleri içinde çatlayan bir tür yoktur. Nar iki nedenle çatlar. Çok sudan ve az sudan. Dibinde uzun süre kalan su narın çatlamasına neden olur. Bir de nar ağacı yeteri kadar su bulamazsa bu yüzden de meyvesi çatlar. Çatlamaması için nar ağacının dibi otlarla örtülü olmalıdır. Sulandığında otlar fazla suyu emer. Gölgesi ile de toprağın tavının kaçmasını önler. Bu sayede narın kökleri sudan düzenli olarak yararlanır.
Nar türleri içinde ağaç başına ürün en çok sıkmalık olanlar verirler. Bu türler Avrupa’dan en çok talep alan türlerdir. Yetişmiş ağaçlardan dekar başına altı ton nar alınabilir. En çok talep alan ve hiç bekletilmeden satılan tür ise çekirdeksiz olanlardır. En çok çekirdeksiz nar Menemen’in Emiralem beldesinde yetiştirilmektedir. Bu narları almak için pastaneciler Emiralem’de sıraya girerler. Ve çok yüksek fiyat vererek satın alırlar. Bu nedenle pazarlarda rastlamak pek olası değildir. Ancak çatlamış ve zedelenmiş olanlar pazara verilir. Bu tür nar ağacı, ağaç başına atmış beş kilo nar verir. Kadı narları ise ağaç başına yüz elli kilo verse de çok büyüdüğü ve sert çekirdekli olduğu için, meyvesi çok lezzetli olduğu halde pek tutulmaz. En iyi özelliği uygun bir şekilde kasalandığında üç aydan fazla bozulmadan saklanılıp tüketime sunulabilmesidir. Lefon adı verilen az ekşi türlerinin ağaçları da kadı narının özelliğini taşırlar.
İlaç sanayisi gelişmeden önce ekşi nar meyveleri sıkılıp kaynatıldıktan sonra kavanozlara doldurulur ve ishal kesici ilaç olarak raflardaki yerini alırdı.
Nar bahçesi oluşturmak için ne yapmalıyız? Özellikle çekirdeksiz nar fidanları Ödemiş’in Bademli köyündeki fidancılar tarafından yetiştirilmektedir. Her ne kadar oradan temin edilebilse de fiyatı oldukça yüksektir. Bir dönüm araziye seksen fidan dikildiği için maliyeti yüksek olur. Sıkmalık nar fidanları ise Antalya’da yetiştirilmektedir. Gerekli bilgi Antalya Narenciye Araştırma enstitüsü müdürlüğünden alınabilir. Mali durumu iyi olanlar köklü fidan alarak dikim yaptıklarında ürün almaya en az iki yıl erken başlarlar. Maddi durumu iyi olmayanlar ise nar ağcı bahçelerinden çok ucuza çelik alıp dikime başlayabilirler. On iki dönüm nar bahçesi yaptığımda fidan için neredeyse hiç para harcamamıştım. Emiralemli bir baba dostuna, iyi bildiği ağaçlardan bana nar çeliği bulmasını rica etmiştim. İki yöğmiye karşılığında tam beş yüz atmış çelik getirmişti. Kalan dört yüz çeliği de ben dost bahçelerinden sağlamıştım. Çelikten diktiğim ve arasında tarım yapmayı sürdürdüğüm için de ancak altıncı yıl ürün almaya başlayabildim. Eğer tarım yapmasaydım ürün almaya iki yıl önce başlayabilirdim.
Nar bahçesinin bakımı ne kadar kolay ise hasat zamanı meyvesini toplayıp kasalamak da o kadar zordur. Ağacı dikenli olduğundan her tarım işçisi nar toplamakta nazlanır. Fazladan verilecek ücretle bu sorun çözülebiliyor. Bir dekardan beş ton nar alınabileceğini göz önüne alırsak işçiye iki katı ücret ödense de bahçe sahibine koymaz.
Nar evlerin bahçesine dikildiğinde mayıs ayında çiçek açtığında olağanüstü bir güzellik sergiler. Narçiçekleri en güzel kırmızıya isim olmuştur. Narçiçeği diye. Nar ağacı çiçekleri ile göze çok hoş görünür. meyvesi ile de sağlığımıza katkıda bulunur.
Sıcak para ekonomisi hızlı bir çöküşe doğru yol aldı. Artık ülkeye sıcak para girmiyor. Aksine kaçıyor. Merkez Bankası bu kötü gidişi durdurmak için faizleri yükseltse de bu hızlı çöküşü durdurması olası değil. Sıcak para sahipleri faizlerin yükselmesiyle birlikte ellerindeki dövizleri satıp elde ettikleri parayı faize yatırıyor. Ne de olsa faiz ödemekte dünyanın bir numarasıyız. Sayın Profesör Hurşit Güneş çok önemli bir araştırma yapmış. Bu araştırmanın sonucunda görmüş ki Nataşaların Türkiye’de fuhuş sektöründen kazandıkları ve ülkelerine gönderdikleri döviz altı milyar dolar. Şüphesiz küçümsenecek bir meblağ değil. Peki, bu ülkenin üretmeyen ekonomisi yabancı ülkelerden almış olduğu borçların ve sıcak paraların faizine ne ödüyor? Üstelik bu ödemeler üretim olmadığı için yine borçlanılarak alınan dövizlerle ödeniyor. Yani faizler katlandıkça katlanıyor.
Çöküş kaçınılmaz olunca kapatma davası AKP için kurtuluş olacaktır. Zira çöküşün faturasını kapatılmaya çıkaracaklar ve ellerine yine mazlumları oynamak için koz geçirmiş olacaklardır. Bu nedenle güçlü bir savunma yapmaktansa sayfalar dolusu kafa karıştırıcı sözde savunmalarını mahkemeye sunmuşlardır. Bu halk artık bu gibi oyunlarla aldatılamaz. Ekmeğe yapılan zamdan sonra oy deposu varoşlardaki insanlar bile artık kendilerine AKP den hayır gelmeyeceğini anlamışlardır. Bu nedenle AKP lilerin yeni kuracağı parti seçmenlere yeteri kadar güven vermeyecektir.
***
On yedi yıl önce Menemen’de Kayıkbaşı mevkiindeki on iki dönümlük arazime nar dikmiştim. Başta halamın oğlu Ali Karagöl olmak üzere birçok büyüğüm sen delirdin mi? Nar dikip de ne yapacaksın. Niye şeftali dikmiyorsun diye akıl vermişlerdi. Ben de kasaya girdikten sonra bekletilemeyen hiçbir ürüne değer vermem demiştim. Ne yazık ki arazimin yolunun sürekli bataklık oluşundan gına geldiğimden arazimi satmak zorunda kalmıştım.
Bir dönüm araziye seksen, seksen iki tane nar dikilir. Nar mısır gibi birbirine dayanarak döllendiğinden ağaç arası üç, sıra arası dört metre olması gerekiyor. Yetişkin bir nar ağacından yüz elli kilo ürün alınır. Yani bir dönümden ortalama beş ton nar alınır. Eğer bahçemi satmamış olsaydım her yıl ortalama atmış ton nar alacaktım. Şimdi aşağıdaki bilgilere bakalım.
Silifke İlçe Tarım Müdürü Mustafa Cüceloğlu, ilçede 2 bin 400 ton narın, yoğun talep nedeniyle dalında satıldığını söyledi. Geçen yıl kilosu toptan 60 YKr ile 1 YTL arasında satılan narın, bu yıl kalitesine göre 80 YKr ile 1.5 YTL arasında değişen fiyatlardan dalında alıcı bulduğunu ifade eden Cüceloğlu, fiyat artışının çiftçinin yüzünü güldürdüğünü belirtti.
Alara Tarım’ın kurucusu Yavuz Taner ise son 2-3 yıldır artan nar fiyatlarının 2010 yılında düşmeye başlayacağını belirterek şunları söyledi:
“Son yıllarda hızla kapama nar bahçeleri kuruluyor. Narın fiyatı da, üretimi de, tüketimi de artıyor. Nar, dikildikten 3-4 yıl sonra verime geçer. 2010 yılından itibaren yeni bahçeler verime geçince nar fiyatı düşmeye başlayacak.”
Yeni bahçelerin geleneksel nar çeşitleriyle kurulduğunu hatırlatan Taner şöyle devam etti:
“Narı açmak ve taneleyerek yemek ayrı çaba istiyor. Zengin ülkelerin tüketicisi, narı tanelenmiş olarak kutuda alıyor. Bu nedenle nar, makinelerde taneleniyor.
Türkiye nar ihracatında söz sahibi olmak için makinede işlenmeye elverişli yeni çeşitlerle büyük nar bahçeleri kurmalı. 2010’dan itibaren geleneksel çeşitlerin fiyatı düşecek. Dış pazarların istediği, tanelenebilen nar iyi fiyatla ihraç edilebilecek.
Bence uzun yıllar nar fiyatlarında düşme olmaz. Nedeni ise nar kalbin dostudur. Her kalp hastası adayına hekimler bol, bol nar yemelerini önerirler. Bir de Emiralem’in henüz tüketiciler tarafından tanınmamış olan çekirdeksiz nar piyasaya sürülecek kadar bolarırsa tüketimi olabildiğince artar. Emirâlem’in çekirdeksiz narları daha adalındayken İstanbul’un büyük pastaneleri tarafından tamamı satın alınmaktadır. Piyasaya ancak çatlamış olanlar arz edilmektedir.
Bir de bu çekirdeksiz narı Avrupalılar keşfederse ne olur? Şüphesiz büyük bir talep patlamasına neden olur. Üstelik nar yetiştirmek diğer meyve ağaçlarına göre çok daha kolaydır. Gül gillerden olduğu için aynen güller gibi çeliklerden yetiştirildiğinden dikim maliyeti çok düşer. Üstelik diplerinin işlenmemesi, dahası otlu olması gerekmektedir. Zira dünyada çatlayan nar diye bir nar türü yoktur. Nar iki nedenle çatlar. Birincisi az su. İkincisi ise çok sudur. Ot fazla gelen suyu emer. Gölgesiyle tavı korur. Böylece ot meyvenin çatlamasını önler. Arazime ne ekeceğim diye karar veremeyenlere nar dikmelerini öneririm.
Bizim kuşak ve bizden öncekileri yoklukların içinde yetişmişlerdi. Henüz sulu tarıma geçilmediği için iş alanları çok kısıtlıydı. Neyse ki meyan kökü vardı. İş bulamayanlar kocaman bir çapa ile Tabak Ali Beyin çiftliğine gider, göz alabildiğine boş arazide meyan kökü kazarlardı. Akşam saatlerine yakın kazarak söktüğü meyan köklerini balya yapar ve sırtına aldığı gibi Forbes’in yolunu tutardı. Meyan kökü söktüğü yerle Forbes’in arası en az beş kilometredir. Sırtta atmış beş yetmiş kilo bir yükle onca yolu kat etmenin ne kadar zor olduğunu anlatmayı gerek görmüyorum.
Menemen büyük bir kasabaydı. Buna rağmen Karşıyaka’ya çalışan iki taksi, İzmir’e yolcu taşıyan üç dört otobüs vardı. Otobüsler yolcu toplayabilmek için caddelerde üç beş tur attıktan sonra İzmir’e doğru hareket ederlerdi. Harmandalılı Mehmet ile Kürt Rıza’nın kullandığı iki kamyon vardı. Özel araba yok denilecek kadar azdı. Birkaç tane de motor sıklet vardı. Çarşı ile tren istasyonu arasında ulaşım faytonlarla sağlanırdı. Onlara bile çok az iş çıkardı. Zira yoksul insanlar faytona vereceği yirmi beş kuruşla evine iki buçuk ekmek almayı yeğlerlerdi. Bu günlerde ise özel arabalar o kadar çoğaldı ki her yerde park sorunları yaşanmaktadır.
On sekiz yıl önce kayınvalidemin evinin sokağında park sorunu diye bir şey yoktu. Kayın biraderimin kızı pencereden sokağa bakar ve arabam için bu büyük alaba bizim alaba o küçük alaba bizim değil derdi. Zira sokakta iki arabadan başka araba yoktu. Şimdi ise çoğunlukla arabamı park edecek yer bulamıyorum.
Tam kırk yıl motor sıklet kullandım. Türkiye’de değil, tüm dünyada ilk defa motor sıklete teyp ben taktım. Demircide teyp bağlantısı için depo üzerine bir aparat yaptırmıştım. Küçük Philips teybimin deri kılıfını o demire perçinledim. Dikiz aynasına metal bir kutu kaynattırdım. İçine de çok kaliteli bir hoparlör koydum. Akü bağlantısını da yapınca yolculuk sırasında mükemmel şekilde müzik dinler olmuştum. Bir gün trafik kontrolünde trafik polisi bu ne diye sordu. Teyp ve hoparlörü dedim. Bu şimdi çalar mı diye sordu? Evet dedim ve çalıştırma düğmesini ittim. Çok şaşırmıştı. Kontrol için ehliyet ve ruhsatı uzattığımda yok kardeşim sen evliya gibi adamsın. Senin ehliyetine ruhsatına bakılır mı? Hadi sana hayırlı yolculuklar dedi. Tasarlayıp uyguladığım bu sistem için kimileri bana mucit gözüyle kimileri de deli gözüyle baktılar. Öyle ya. Akıllı adam motor sıkletine teyp takar mı? Oysa şimdi birçok motor sıklette teyp var. Hem de üretici firmalar tarafından takılmışlar.
Eskiler bisiklete velespit derlerdi. Birçok geri kafalı bisiklete binenlere iyi gözle bakmazlardı. Zira bisiklet şeytan icadıydı. Ona binenler ise kâfirdi. Yalnızca o mu? Trenler bile kâfir işiydi ve binilmesi haramdı. O kadar haram ve yanlışlar vardı ki saymakla tükenmez. Zira uygarlığı hazmedemeyen çok insan vardı. Halen daha onların kökü kazınmış değil. Dün treni bisikleti haram sayanlar bu gün son model arabalara kurulmakta sakınca görmüyorlar.
İnsanoğlu uzayda dolaşırken biz halen türbanı tartışıyoruz. Anamızın başörtüsünü değil, hani şu Hıristiyan rahibelerinden esinlenmiş kafayı lahana gibi saran kıyafeti tartışıyoruz. Oysa hedef bu kısır tartışmaların yerine nasıl kalkınırız olmalıdır. Neden kızıl kumlar üzerinde tarım yapan İsrail bizden tarımda çok daha ileri. Neden dört yüz bin nüfuslu Lüksemburg bizden kat kat daha zengin? Neden kendi sanayimizi kuramıyoruz. Neden dünün sefil Çin’i bu gün dünyanın en üretken ve en hızlı büyüyen ülkesi? Neden bizim insanlarımız Amerika’da Avrupa’da harikalar yaratıyor da Türkiye’de başarılı olamıyorlar. Bunların nedenlerini çözdüğümüz zaman Türkiye özlendiği gibi bir refah ülkesi olabilir.
Yine de nereden nereye geldik. Teknolojiyi biz yaratamıyorsak da yaratanların rahatlığını evlerimizde yaşıyoruz. Zaman falanca Türk Amerika’da ya da Avrupa’da şu buluşu yaptı diye övünmenin zamanı değil. O buluşlar devletimizin sağladığı olanaklarla ülkemizde olmalıdır.
Petrolüyle, sanayisiyle, tarımıyla, bankalarıyla, alışveriş merkezleriyle bizim olan bir ülkede yaşamalıyız. Oysa bunların neredeyse tümü bize ait değil. Ülkemizde sömürü düzeninin çarkları hızla dönmektedir. Biz o sömürü çarklarının dişlileri arasında her gün biraz daha küçülmekte ve ezilmekteyiz. Ulu önder Atatürk’ün kurduğu bağımsız Türkiye’yi özlemle aramaktayız. Biz bu ülkede onurumuzla yaşamak istiyoruz. İMF ve AB güdümünde değil.
Nereden nereye geldiğimizi daha iyi anlamak için elli yıl geriye gideceğim. Terhis olup Menemen’e döndüğümde babam beraber çalışacağız dedi. Ben de çalışırım ama bir traktör alırsak ve bundan böyle satın alacağın malların yarısını benim üstüme yaparsan çalışırım demiştim. Babam o senin çok meraklı olduğun traktörler gün gelecek güvercin kasası olacak. Üstelik satın aldığım mallardan sana hiçbir pay vermem. Başka bir iş yapman için de benden en küçük bir destek bekleme demişti. Ben gecemi gündüzüme katacağım. Pamuk tarlalarında boynuma kadar çamurlara gömüleceğim. Günü geldiğinde mal bölüşümüzde eniştelerimle aynı hakka sahip olacağım. Onlar gölgede keyif çatarlarken ben de güneş altında kavrulacak soğuk kış günlerinde de donacağım. Bu şartlarda tarım benim işim değil demiştim. Babam aklınca beni yola getirecekti. İşte saban, işte İstanbul. Ya sabanın sapına yapışır çalışırsın. Ya da geldiğin yere İstanbul’a gidersin. Tamam, baba geldiğim yere gideceğim demiştim. Dönüş hazırlığı yaparken annem dayattı. Ölürüm de seni bırakmam. Burada kalacaksın. Gidersen hakkımı helal etmem demişti. Annemin baskısıyla babam bana bin lira sermaye verirken de görüp göreceğin lütuf bu demişti.
Bin lira ile ne yapılabilirdi? Kirası ucuz bir dükkân kiraladım. Çalışmaya başladım. Çoğunlukla elektrik tesisat işleri yapıyordum. Zira radyo tamirciliği için piyasada ne multimetre, ne havya ne de radyo tamirciliğinde kullanılacak lehim vardı. İyi kötü yuvarlanıp gidiyordum. Ta ki radyo tamirciliğinde kullanılacak malzemeler piyasaya çıkıncaya kadar. Öğlen yemeği için eve gittiğimde kapımızın önünde Ferguson marka gazlı bir traktör vardı. Biri bırakmış diye düşünmüştüm. Eve girdiğimde alışılmışın dışında babam evdeydi. Traktörü beğendin mi diye sordu? Hayrola güvercin kasası mı satın aldım dedim. Arazilerimiz genişledi. Artık atlarla iş yetiştiremiyoruz dedi. Hayırlı olsun dedim. Yaklaşık bir yıl sonra kapımızın önünde gıcır gıcır bir Massey-Ferguson vardı. Eve girdiğimde babam traktörün kontak anahtarını uzatıp hadi binip birkaç saat dolaş dedi. Sıfır motorlarda uzunca bir rodez dönemi vardı. Babam traktörlerin güvercin kasası olması korkusundan kurtulduğu için birkaç yıl sonra yeni bir traktör daha almıştı.
Giritli Arif Kâhya (Avukat Hasan Karagöl’ün babası) Selim Ağanın kahvehanesinde otururken çoğu zaman işinde çalışan Karakuzulu Süleyman’ı yanına çağıp otur more Sülo, iç bir çay demişti. Sülo getirilen çayı yudumlarken Arif Kâhya morisi Sülo, şu karşıdaki traktörü cörüyorsun? Görüyorum kâhya. Ekzostu kastederek oradaki boruyu da cörüyosun. Görüyorum. Borunun üstünde bir kapak kalkıp kalkıp iniyor. O ne diyor biliyorsun? Yok bilmiyorum. O bi lira, bi lira diyor. Ne zaman Arif Kâhya ölecek. Ben o zaman cörecem o bi liraları. O öküzlerle atlarla tarım yapmayı biliyordu. O yüzden üst üste alınan traktörler yüzünden sıkıntı yaşayacağını sanıyordu. Ne olacak bu kadar traktörler, kamyonlar ve arabalar? Bu çocuklar beni iflas ettirecek derdi. Evine on bir kilometre uzaktaki merasına bu nedenle hep yayan olarak gidip gelirdi. Oysa hiçbir zaman korktuğu gibi olmadı. Beş oğlu da işlerini çok iyi idare ettiler. Onlarla kardeş çocuğu olarak her zaman gurur duydum. Üç gün önce postacının getirdiği dergide Erdinç Cengiz’in çok başarılı bir iş adamı olduğunu öğrenmiş oldum. Daha da başarılı olmasını dilerim.
Yıllar su gibi akıp geçti. On beş ağustosta yetmiş iki yaşımı geride bırakıp yetmiş üç yaşına gireceğim. Geçmişime baktığımda bu günlere kolay gelinmediğini görüyorum. Evlerde tek bir radyo dahi yokken bu günlerde her evde birden fazla televizyon var. Artık evlerde her şey elektrikle çalışıyor. Çamaşır ve bulaşık makineleri, ütüler, radyolar, uydu antenleri, ekmek makineleri, akıllı tencereler, bilgisayarlar ve daha niceleri. İleri teknoloji sayesinde tümü de sorunsuz çalışıyorlar.
Babaannem aklıma geliyor. Evinin avlusunda dağ gibi bağ çalıları yığılı olurdu. İlerlemiş yaşına rağmen o yığından çalılar çeker ve mutfağa götürüp ocakta yakardı. Yanan çalılarla hem kendi ısınır hem de yemeğini pişirirdi. Bu günün gençlerine şuradan bir kucak çalı çek deseler çekebileceklerini sanmıyorum. Belki de o yüzden doksan dört yaşına kadar oldukça sağlıklı yaşamıştı. Oysa teknolojinin tembelleştirdiği insanlar kalp ve damar hastalıkları ile boğuşuyorlar. Tembellerin imdadına kondisyon aletleri yetişse de doğanın verdiği sağlığı veremiyorlar.
Bir hafta önce rapor almak için gittiğim dâhiliye uzmanı siz gazeteciler her duyduğunuzu haber yapıyorsunuz. Güya Kanada’da yapılan araştırmada tereyağı aklanmış diyorlar. Oysa biz hastalarımıza yıllardan beri sakın tereyağı yemeyin diyoruz. Hocam galiba yanlışlık sizde diyorum. Babaannem ve dedem etin en yağlısını, tereyağının en alasını yiyorlardı ama doksan dört yaşına kadar yaşadılar. Doğru dedi. Benim babaannem de doksan dört yaşında öldü. O da etin yağlısını, tereyağının alasını yiyordu.
Eğer hareket edilmiyorsa, yediklerimizi yakamıyorsak, sebze ve meyveyle de beslensek. Kalp ve damar hastalıkları kaçınılmaz olur.
Biri İzmir’in en iyi ve tanınmış radyo tamircilerinden Hulusi Özersin’e DK 40 sersi lamba kullanılmış bir radyo götürüyor. Hulusi Özersin bu radyoların lambaları artık üretilmiyor. Ben şimdi size bir isim vereceğim. Menemen’e gittiğinizde Özcan Nevres diye kime sorsanız size dükkânının yerini tarif eder. O arkadaş bu lamba soketlerini söküp yerine bu gün için piyasada bulunan iğne ayaklı lambaların soketlerini takarak eskisinden farklı olmayan bir şekilde radyoların çalışmasını sağlamaktadır. Müşteri sorar. Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz? Koskoca İzmir’de bu işi yapan usta yok ama Menemen’de var öyle mi? Hulusi Özersin ben sizinle niye dalga geçeyim? O arkadaş bu konularda çok başarılı. Adam ikirciklidir ama yine de Menemen’e gelir ve kolayca dükkânımı bulur. Fiyatta anlaştıktan sonra soketlere olan bağlantıları kesmeye başladığımda adam yerinde duramaz olur. Böyle tepemde dikilir ve her kestiğim tel için bana hesap sorarsanız bu iş bitmez. En iyisi siz kahvehaneye gidin. İki saat sonra gelin. İki saat sonra geldiğinde çok kuşkulu ve gergindi. Nasıl oldu? Radyom tamam mı diye sorduğunda, kusura bakma o kadar çok tel kesmişim ki hangi telin nereye lehimleneceğini bulamadığımdan sizin radyo öldü dedim. Adam madem beceremeyecektin benim radyomu niye parçaladın diye bağırmaya başladı. O bağırıyor ben gülüyordum. Hadi boşuna nefes tüketme. Git bir katot pili al gel. Anot pili almanıza gerek yok. Müşteri pili alıp geldi. Kendi elimle yapmış olduğum doksan voltluk redresörün uçlarını radyonun kablolarına bağlamıştım. Bir buçuk voltluk pili flaman uçlarına bağlayınca radyo çalışmaya başladı. Adam radyosunun çalıştığını görünce ne adamsın yahu. Beni kalp sektesinden öldürecektin dedi.
O yıllar yokluk yıllarıydı. Bozulan bir hoparlörün yerine yeni bir hoparlör dahi bulamıyorduk. Elektrik tesisat işlerini de yokluk yüzünden bırakmıştım. Tam o sırada transistorlu radyolar çıktı. Eyvah demiştim. İşte şimdi ayvayı yedik. Malzeme aldığım yerde Transistor Nedir adlı bir kitap satılıyordu. Hemen bir tane aldım ve okudum. Meğer transistorun çalışma prensibi küçük farklarla lambalara benziyormuş. Gerekecek parçaları satın alarak transistorlu radyoların tamirine başladım. Daha sonra da büyük pilli radyoları transistorluya çevirmeye başladım. Radyo montajı yapmak için fazla beklemem olmadı. Ulaştırma bakanlığından gerekli ruhsatı aldıktan sonra İMGE marka radyo imal etmeye başladım.
Muğla’ya yerleştiğimde sokak içerisinde bir dükkân kiralamıştım. Cadde üzerinde küçücük bir dükkân vardı. Onu da imal ettiğim radyoların tanıtımını yapmak için kiraladım. İki dükkânın arasına kablo çekerek küçük dükkânın vitrinine koyduğum hoparlöre bağladım. Diğer uçlarını da kendi tasarımım olan duya fona bağladım. O yıllar duya fon bilinmiyordu. Radyosunu tamir ettirmek isteyen benim küçük dükkânımın önünde bu düvenin sahibi nerede diye sorduğunda duya fonun düğmesine basıp postaneye doğru yürü. Sağdaki sokağa sap. Kırmızı tabelalı dükkâna gel dediğimde abu bu düven konuşup duru diyorlardı. Müşteri dükkâna geldiğinde ne içersiniz diye sorduğumda genelde müşteri ben deyen de gelen derdi. Zahmet etme ben söylerim diyerek duya fon bağlantısını çay ocağına çevirirdim. Kemal!!! İki çay dediğimde karşı taraftan onay gelirdi. Tamam abi. Müşteriler bu olan bitenlere akıl erdiremezlerdi. Bir de bu müşteri köyüne döndüğünde hakkımda neler anlattığını bir düşünün. Zira köylerden merak edip de beni ziyarete gelenler vardı.
Meslek hayatımda hep yenilikler peşindeydim. Sesle ve insan vücudunun manyetik alanıyla tetiklenip yanan lamba devreleri imal ederdim. Dükkânıma insana duyarlı bir cihaz yapmıştım. Bir dost dükkânın önünden geçerken lambaların yandığını gördüğünde yanıma gelmek istemiş. Kapı açılmayınca yürümüş. İki üç metre gittiğinde lambalar sönmüş. Geri dönmüş. Lambalar yine yanmış. Aynı hareketini birkaç kez tekrarlamış. Ertesi gün geldi ve siteme başladı. Çok ayıp ettin. İnsan arkadaşıyla dalga geçer mi? Ne dalgası diye sordum. Ben dükkânının önünden geçerken ışıkları açtın. Gidince kapattın. Açıkçası benimle dalga geçtin dedi. Cihazı açtım ve gel benimle dedim. Ben şimdi senin yanındayım. İçeride başka bir kimse de yok. Üç metre kadar geri çekildiğimizde ışıklar söndü. Dükkâna doğru yürüdüğümüzde ışıklar yandı. Vitrin camına koymuş olduğum tenekeyi gösterdim. Bu teneke kimi görürse görsün ışıkların yanmasını sağlar. Ona insan vücudunun manyetik alanının ne olduğunu anlatmaya çalışsam anlamayacağı kesin.
İzmir’e anneme ayaklı bir dikiş makinesi almak için uzaktan akrabalığımız olan Kırbay kardeşlere gitmiştik. Dikiş makinelerini gösterirken ben pür dikkat gramofonları inceliyordum. Sonradan dünür olduğumuz Fuat Kırbay sen gramofonları çok seviyorsun. Bak sana son model bir gramofon göstereceğim dedi. Bir gramofona on plak yerleştirdikten sonra zembereği kurdu. Bak şimdi bu on plağı kendisi çalacak dedi. Üstelik iğnesi de on plağı değiştirmeden çalıyor. Gramofona hayran olmuştum. Babama ne olur bunu alalım dedim. Babam fiyatını sordu. Yüz elli lira olduğunu öğrenince bana sen yüz elli lira nasıl kazanılır biliyor musun demişti. O gramofon içimde uhde olarak kalmıştı ama hiçbir zaman benim öyle bir gramofonum olmamıştı. Zira pilli ve elektrikli pikaplar çıkmıştı.
Çocuk aklımla bağ evimize ille de elektrikle ışıklandırma yapmak istiyordum. Bisikletimin dinamosu hem yetersiz kalıyor hem de çok yorucu oluyordu. Dört büyük kavanoza nışadırlı su yaptım. İçine kurşun çubuklar soktum. Konu ile yeterli bilgim çok iyi olmadığından kurşun çubukları ezip hacmini genişletmeyi akıl edememiştim. Altı voltluk bir ampul kısa bir süre ışıl ışıl yanıyordu ama elektrik üretimi çok kısa sürüyordu. İleriki yıllarda motor sıkletimin aküsü ile iyi bir ışıklandırma yaptıysam da uzun sürmedi. Zira ovaya göç yaşantımız sona ermişti.
Elektriğe olan merakım yüzünden bir firmada çırak olarak çalışmaya başlamıştım. Sekiz gün sonra kalfalığa on altı gün sonra da ustalığa terfi etmiştim. İki ay sonra da ustabaşı olmuştum. Öğrenme azmim sınır tanımıyordu. Birçok elektrik tesisat ustasının bilmediği vaviyen ve deviyatör tesisatları benim için çocuk oyuncağı kadar basit gelmeye başlamıştı. Askerlik görevim için muhabere sınıfına ayrılmıştım. Mamak Muhabere okulunda yapılan bilgi testlerinde üç bin beş yüz kişi içerisinden atmış kişiden biri olmuştum. Böylece elektrik, elektronik ve güç kaynakları teknisyenliği için eğitimimiz başlamış oldu. Sanat okullarında okutulan bu üç branşı biz toplam sekiz ayda okuduk. Üstelik pratik çalışmalarıyla birlikte. Kurs sonu dağıtım yapıldı. En iyilerimiz ordu tamir bölüklerine verildi. Ben de Birinci Ordu Muhabere bölüğüne gönderildim. Bölüğün birçok usta tarafından çözülemeyen elektrik sorununu çözünce bölüğün her şeyi olmuştum. Bu nedenle emrime verilen yirmi er ve iki onbaşı ile bölüğümüze devredilen İhtiyat Subay Okulunun tüm onarımını yapmakla görevlendirildim. O görevim sırasında hem garnizon komutanı hem de ustabaşıydım. İki ayda inşaatı tamamlayınca on beş gün mükâfat izni kazanmıştım. Bir aylık izinimi de ekleyip evime döndüm. Sayılı günler çabuk geçer. Bölüğüme döndüğümde bölüğümüz birlik olmuş ve birçok subay ve astsubay tayin edilmişti. Yeni gelen bir M30 tamir kamyonuna komutan oldum. Seferi bir durumda ikinci bir kamyon daha emrime veriliyordu. Örneğin teftişlerde iki kamyon emrimde oluyordu. Muhabere okulunda çok iyi bir eğitim almıştık. Ben de kendimi çok iyi yetiştirmiştim. Birlik komutanız On Beşinci Kolordu Muhabere bölüğüne atanınca benim de Birinci Ordu Muhabere Komutanlığına genel evrak müdürü olarak tayin edilmemi sağladı. Oradan da kazandığım on beş günlük mükâfat izinini kullanmama fırsat olmadı. Zira Irak’ta askeri darbe olmuş, Türk ordularında izinler ve mezuniyet izinleri kaldırılmıştı. İki ay önce terhis olmayı beklerken tüm izin haklarım yandığından günü gününe yirmi dört ay askerlik yapmıştım.
İlk telemprümör cihazını Mamak Muhabere okulunda görmüştük. Tıpkı bir daktiloydu ama biraz daha hacimliydi. Hangi harfe basılırsa karşı taraftaki cihaz aynı harfi kâğıda işliyordu. Gerçi bu günkü faks cihazlarına göre çok ilkeldi ama yine de bunun tamirini nasıl yapacağız diye içimizi bir korku sarmıştı. Daha sonra Philips servisine kursiyer olarak gittiğimde ilk kez bir televizyonun içini görmüştüm. Aman Allahım o da nesi? Bu cihaz muhabere okulunda öğrendiklerimizi alt üst ediyordu. Her taraf kabloydu. Oysa bize kabloların mümkün olduğunca kısa olmasını, aksi halde distirosyonlara neden olacağını öğretmişlerdi. O cihazı ilk gördüğümde böyle bir cihazın tamirinin çok zor olacağını hatta mümkün olamayacağını düşünmüştüm. Yıllar sonra televizyon tamircisi olabileceğim aklımdan geçmemişti.
Yıl bin dokuz yüz otuz dokuz. Henüz dört yaşındayım. Evimizin bulunduğu çıkmaz sokağın girişinin karşısındaki evde o civarın tek radyosu vardı. Öğlen vaktinde radyolu evin penceresi açılır ve evin radyosundan gümbür gümbür bir ses sokağa dalga dalga yayılırdı. Dikkat dikkat Alaman bombardıman uçakları … bombalıyor. O yıllarda Alman demezlerdi. Yoldan geçen insanlar durup haberleri dinlerlerdi. Bazıları Alman uçaklarının yapmış olduğu bombardıman için sevinç çığlıkları atarlardı. O yaşta bombalamanın ne olduğunu bilmediğimden ben de o sevinç çığlıklarını atanlara çocuk sesimle katılırdım. Savaş hudutlarımıza iyice yaklaştığında gece karartmaları başlamıştı. Karartmalarla birlikte büyük bir kıtlık da yaşanmaya başlamıştı. Lambalara konulacak gaz bile bulunamıyordu. Neyse ki bizde zeytinyağı çoktu. Annem birkaç kahve fincanına yağ koyup pamuktan yaptığı fitili yağın içine koyup yakardı. Evlerinde zeytinyağı dahi olmayan komşumuzun oğlu bize gelir beraber ders çalışırdık. Odamızın tek penceresinde dışarı ışık sızdırmayacak kadar kalın siyah bir perde vardı. Kazara bir ucundan dışarı az bir ışık sızmış olsa dahi gece bekçisi gelir kapıyı kırarcasına çalıp ışığı kapatın uyarısı yapardı.
Kişi başına verilen günlük beş yüz gram ekmekle doyamayanlar bulabilirlerse kum darısından da ekmek yapıp yerlerdi. Fasulyeyi bulgur taşında ezip bezdirme yapanlar bile vardı. Halk doya doya ekmek yiyememekten çok müştekiydi. Kimsenin aklına komşu Yunanistan’da bir lokma ekmeğin dahi bulunamadığı aklına gelmezdi. Nitekim komşu Yunanistan’ın imdadına Türkiye koşmuş, iki gemi dolusu yiyeceği Yunan limanlarına boşaltmıştı. Üçüncü gemi ise bir kaza sonucu batmıştı. Kimsenin o savaş koşulları içinde bulabildiği ekmeğe şükrettiği yoktu.
O yıllarda Menemen’de şimdiki Avcılar kulübünün olduğu binada iki elektrojen grubu vardı. Makinisti Elektrikçi Nazmi ustaydı. Nazmi ustanın elinde uzun bir değnek vardı. Elektrik dinamosunun üzerindeki puleden kayışta kayma başladığında elindeki değnekle kayışı iterek puledeki yerine geçmesini sağlardı. Bazen kayma hızlı olur kayış pulenin üzerinde çıkar, uzun kayış motordaki kasnaktan çıkıncaya kadar havada adeta ölümcül bir dans ederdi. Kayışın dansı bittiğinde motor stop edilir ve kayış yerine takılırdı. Bu işlem sırasında elektrikler kesilmiş olurdu.
Marshall planı Türkiye de uygulanmaya başladığında Menemen’e üç elektrojen grubu hibe edilmişti. Tren istasyonuna yakın bir alanda şimdiki soğuk hava deposunun olduğu bina alelacele inşa edilmiş ve elektrojen grupları bu binaya yerleştirilmişti. Bu üreteçlere uygun şehir şebekesi Bolu’dan getirilen direklerle kurulmuştu. Şebeke tamamlandığında Menemen yirmi dört saat elektriğine kavuşmuştu. Evler çok hızlı bir şekilde elektriğe kavuşuyordu. Parası olmayanların evine belediye taksitle tesisat yaptırıyordu. Elektrik ile birlikte evlere radyolar da girmeye başlamıştı. Bu arada piyasaya pilli radyolar çıktı. Bu lambalı radyoların lamba flamanları bir buçuk voltluk bir pille ısıtılıyordu. Radyo çalışması için gereken gücü doksan voltluk bir pilden alıyordu. Zamanla bağlantı kablolarının ucundaki pabuçlar kopar yanlış bağlama sonucu lambaların tümü yanardı.
Kışlık evimize elektrikli radyo alındığında sevinçten uçmuştum. Siemens marka altı lambalı kocaman bir radyoydu. Yaz aylarında Orman bağları mevkiindeki sebze bahçemizde yaşardık. Pille çalışan radyomuz yoktu ama harçlığımdan keserek yirmi beş liraya aldığım bir gramofonumuz vardı. Menemen’e ilk gramofonu Çanakkale’de şehit düşen dedem getirmiş. Askere alınmadan önce kahvehane işletirmiş. Gramofonu görenler merakla incelerler ve bu kadar insanı bu kadar küçük bir kutunun içine nasıl yerleştirildiğini tartışırlarmış. Bazıları kutunun içinde parmak kadar insanların dolaştığını gördüklerini iddia ederlermiş. Belki de o yüzden bende büyük bir gramofon merakı oluşmuştu. Geceleri komşular bizim evin bahçesinde toplanırlardı. Kadınlar sofada otururlar, erkekler ise bahçedeki tahta ve örgü sandalyelerde otururlardı. Komşular hadi bakalım Özcan koy birkaç plak dinleyelim dediklerinde gramofonun zembereğini kurar ve iğneli kafayı plağın üzerine yerleştirirdim. Sık sık kırılan zembereği yerinden söker, gazocağında kızıl oluncaya kadar ısıtır, Hacı Bekir’in mağazasından aldığım perçinlerle iki parçayı birbirine eklerdim. Her ekleme zembereğin biraz daha kısalmasına neden olurdu. Kısa zemberek bir plağı dahi sonuna kadar döndüremezdi. Koş Özcan derlerdi. Hemen kolu çevirir ve plağın okunmasını sağlardım. Bazen gramofon iğnesi bulunmaz olurdu. Orijinal iğne yerine toplu iğne kullanırdım.
Televizyon kanalının birinde elektriğin tek devre ile çarpmayacağını bilen biri ile elektriği hiç bilmeyen biri röportaj yapmakta. Elektriği bilen yaptığını o kadar çok abartıyor ki akıllara zarar. Üzerindeki elektriğin otuz bin volt olduğunu söylüyor. İnsan üzerinde otuz bin volt olabilir ama nasıl? Kaç amper gücü var? Örneğin bir televizyonun yüksek gerilim trafosunda veya kaskatında yirmi yirmi beş bin volt vardır. Ama amperi çok düşüktür. Bu nedenle çarpar ama öldürmez. Peki, bir insanı elektrik nasıl öldürür? İşte bu sorunun yanıtını herkesin bilmesi gerekir. İnsan kalbinin üzerinden atmış beş mili amperlik bir akım geçerse o insan ölür. Bazı insanların kalbi daha dayanıklıdır. Bu yüzden biraz daha fazlasına dayanıklı olur ama istisnalar kaideyi bozmaz. Bu nedenle elektrikle ilgili iş yaparken hiçbir şekilde sol el kullanılmamalıdır.
Sunucu elindeki kontrol kalemi ile şov yapıyor. Oysa elindeki kontrol kalemi iki yüz yirmi voltu ve daha düşük gerilimleri göstermek için imal edilmiştir. Üzerinde de bir uyarı vardır. Üç yüz volt diye. Bu maksimum değerdir. Bu voltajdan daha yüksek gerilimde kullanılmaması için uyarıdır. Kontrol kalemi adı üstünde elektriğin var olup olmadığını kontrol etmek içindir. Sanıldığı gibi güvenli bir aygıt değildir. Relüktans etkisini de gerilim gibi algıladığından sağlıklı bilgi vermez.
Telsiz teknisyen kursunda iken motor tamiri kursu da görüyorduk. Zira bazı telsiz cihazları elektriğin olmadığı yerlerde jeneratörle çalıştırıldığından jeneratörü döndüren motorları da tamir etmemizi gerektiriyordu. Buji ve yüksek gerilim bobinini incelerken küçücük bir bobinden on bin voltluk bir gerilim sağlanmış olmasına pek aklım yatmamıştı. Zira o zamana kadar benim tanıdığım elektrik üreticisi bisikletimin altı voltluk dinamosundan ibaretti. Cebimden elektrik kontrol kalemini çıkarıp bujiye dokundurduğumda neye uğradığımı bilemedim. Neyse ki amperi düşük olduğu için canımdan olmadım.
Bu programı izleyen çocukları düşünelim. Nice çocuklar izledikleri uçan adam filmlerinden etkilenip kendilerini uçacağım diye yükseklerden atmadılar mı? Bu programı izleyen çocuklar da o elektriği bilen gibi elektrikle oynamaya kalkarlarsa ne olur? Bırakınız çocukları yetişkinler içinde bile elektriğin çarpması için çift hat gerektiğini bilen ne kadar insan var. O elektrikle şov yapan adam almış kendisini emniyete. Oturmuş ağaç ya da plastik bir tabureye. Ayağında da nemli ya da ıslak olmayan ayakkabılar. Elektriğe karşı tam güvenli bir ortamın içinde. O adamı elektrik çarpar mı? Nasıl ki yüksek gerilim hatlarına konan kuşlar telin üzerindeki elektrikten etkilenmiyorsa o adamın durumu da aynı. Yani o adam da tek telin üzerine tünemiş kuş gibi olduğundan elektrikten etkilenmiyor. Kaldı ki bulunduğu ortam içerisinde otuz bin volt elektriği nerede bulmuş. Olsa olsa üzerindeki elektrik bir televizyonun öldürücü etkisi olmayan yüksek gerilimidir. O yüksek gerilim insanı öldürmez ama temas edenin ayakları toprağa basıyorsa ve ayakkabıları kösele ise feleğini şaşırtır.
Dükkân sahibimin oğlu elektrik mühendisiydi. Bir gün telaşla yanıma geldi. Abi bir pano monte edeceğim ama parçalar yerine denk gelmiyor. Ona bir bakar mısın dedi? Bakayım dedim ve elimdeki işi bırakarak dükkânına gittik. Şemaya ve panoya baktım. Sedat be dedim. Siz üniversiteden nasıl mezun edildiniz? Neden bu elindeki şemanın matbaada ters basıldığını düşünemiyorsun? Olur mu abi dedi. Matbaa bunu nasıl ters basar? Öyle bir basar ki, kendileri bile bilmezler yaptıkları hatayı. Bu şemayı cama daya. Tersine çıkan çizgilerin üzerinden kalemle geçtikten sonra yeni çıkan şemaya göre montajını yaparsın dedim. İki saat sonra yanıma geldi. Gelirken de çay söylemeyi ihmal etmemişti. Yanımdaki sandalyeye oturduktan sonra teşekkür etti. Sen olmasaydın ben bu işin içinden çıkamazdım dedi. Belli ki sizi gerektiği kadar bilgilendirmeden mezun etmişler. O zaman eğitimine benimle devam et dedim. Birincisi çalışırken hiçbir şekilde sol elini kullanmayacaksın. İkincisi çalışırken kesinlikle deri tabanlı ayakkabı giymeyeceksin. Eğer bu iki kurala uymazsan yaşamın tamamen şansa bağlı olur.
Menemen’e döndükten bir süre sonra elektronik parça pazarlamaya başlamıştım. Bu ara Sedat’ın da yanına uğradım. O da nesi? Sedat’ın kolları yanık izleriyle dolu. Nedenini sordum. Bir elektrik motoru ile uğraşırken çarpıldım dedi ve ekledi. Eğer senin bana öğrettiklerin olmasaydı ben bu gün hayatta olmayacaktım. Zira sol elimi kullanmadığım için darbeyi sağ tarafımdan aldım dedi.
Bir elektrik mühendisi bile elektrik akımına kurban olabiliyorsa o şov yapan adamın oyununa gelen çocukların başına neler gelmez? Bu nedenle çocuklarınızın o tür programları izlemelerine fırsat vermeyin. Eğer izlemişlerse onlara elektriğin ne denli öldürücü olduğunu anlatın.
Dokuzuncu Cumhurbaşkanı sayın Süleyman Demirel, Fikret Bila ile söyleşisinde bir devlet adamında bulunması gereken tüm erdemlikleri sergiliyordu. Konuşma üslubu, geçmişe tuttuğu ışık ve geçmişi itham eden bu günkü yöneticilere tam ağızlarına layık yanıtlar vermesiyle oldukça göz doldurdu. Bir zamanlar Ulus ve Demokrat İzmir gazetelerinde yazarken, sayın Demirel’in baş belası olarak nitelendiriliyordum. Ah o başımda esen o gençlik rüzgarları. Gerçekten yazılarımda kantarın topunu bir hayli kaçırıyordum. Sayın Demirel gerçekten iyi bir devlet adamıydı ki; hakkında yazdıklarımdan hiçbir zaman şikayetçi olmadı.
Bin dokuz yüz atmış dokuz yılında idi. Öğretmenler hak arama boykotları yapıyorlardı. Boykot yüzünden, boykota katılan bir çok öğretmen hakkında tahkikat açılmıştı. Başbakan Süleyman Demirel ile İçişleri Bakanı Sayın Haldun Menteşoğlu’na birer telgraf çekmiştim. Telgraflarımda anlaşılan hırsıza, vurguncuya, tefeciye gücünüz yetmiyor. Gücünüz yalnızca mazlum öğretmenlere yetiyor. Öğretmenleri ezemeyeceksiniz. Duyururum demiştim. Belli ki sayın Demirel bu tip tepkilere dava açılmasına onay vermiyordu. Zira İçişleri Bakanına çektiğim telgraf yüzünden sorgulanmıştım. Sorgulamada en çok üzerinde durdukları, vurguncu, tefeci ve hırsız kim diye sormak oldu. Ben sürekli meclis saati programını dinlemekteyim. Tüm meclis toplantılarında milletvekilleri vurgunculardan, tefecilerden ve hırsızlardan söz etmekteler ve bu duruma çare bulunmasını istemektedirler. Ben de buna dayanarak o ithamı yaptım dedim. Bunda bir suç var ise benim değil milletvekillerinin demiştim. Savcılığa bile göndermeye gerek görmeden bıraktılar. Şimdi aynı şeyi yapsam beni zorla özür dilettikleri çiftçiden daha beter ederlerdi.
Sayın Başbakanın Erzurum’da eski hükümetlerin kendilerine gelinceye kadar hiçbir iş yapmadıklarını göğsünü gere gere haykırmasına Sayın Süleyman Demirel bakınız nasıl bir yanıt veriyor. “Tam karşısında şeker fabrikası vardı. Onun ötesinde çimento fabrikasının bacası tütüyordu. Sağında, solunda lise ve hastane binaları vardı. Onların ise yaptıkları tek bir şey vardı. Seksen yılda yapılanların tümünü yok pahasına satmak. Ülkede iki buçuk milyon(görünen ve gizli işsizler haricinde) işsiz var. Bu kapanan ve satılan tesisler yüzünden işsiz sayısı dört milyonu aşacaktır. Bu da bu ülke için büyük bir felakete neden olacaktır.” dedi. Bu günkü yöneticilere deneyimli bir politikacı olarak neler önereceksiniz? Diye sorulduğunda “benim onlara önerecek hiçbir şeyim olamaz. Ben yalnızca vatandaşıma öneride bulunurum. Seçim zamanı mutlaka seçim sandığına gitsinler. Beş yılda bir, bir günlüğüne tatillerinden feragat etsinler. İş yapacak adam seçmesini öğrensinler” diye yanıtladı. Bu programda gerçekten göz dolduran kurt bir siyasetçi Süleyman Demirel vardı. Belli ki üç defa alaşağı edilmesi deneyim kazanmasında çok önemli bir rol oynamıştı.
Üniversite gençliğinde yavaş da olsa önemli kıpırdamalar var. Bin dokuz yüz atmış öncesinin gençlik rüzgarı geri geliyor gibi. Ankara Üniversitesindeki panele katılıp konuşmak isteyen, okullara adım adım İrticayı sokmaktan başka işi olmayan Milli Eğitim bakanına öğrenciler sert tepki göstererek konuşmasını önlediler. İrticayı körükleyen bir bakanın bu panelde yeri yok diye haykırdılar. Bakan bu sözler ve yuhalamalar yüzünden konuşmak için çıktığı kürsüden inerek toplantıyı terk etti.
Hükümet üyeleri her ne kadar irtica yok diyorlarsa da türbanlı sayısında bu iktidardan sonra çok önemli bir artış var. Büyükşehir Belediyesine ait kurumlarda eşitlik adına türbanlı kadar açık başlı memur çalıştırıyorlar. Bunun neresi eşitlik? Bu ülkede çalışan hanımların yüzde seksenden fazlası Atatürk ilkelerine sadık olduğu için çağdaş bir giyimi yeğlemektedirler. Kalanı ise türbanlılar. Bu mu bunların eşitlik anlayışları? Kaldı ki kamusal alanlarda halen türban giymek yasaktır. Bir de türbanı haklı çıkarmak için türban yasağını baş örtüsü yasağı olarak tanımlıyorlar. Bu ülkede annelerimizin giydikleri baş örtülerine kimsenin bir şey dediği yok. Karşı çıkılan tarikat ve laiklik karşıtlığının sembolü haline gelmiş olan türbandır.
Tarih 11 Şubat 1965. Bu gün olağan üstü bir toplantı yapan İzmir Turizm Komitesi, Menemen’den Bergama’ya giden asfalt yolun onuncu kilo metresinde bulunan Buruncuk tepesi üzerindeki antik şehir Larisa’ya çıkmaya yarayacak bir yolun yapılmasına, kalenin bulunduğu zirveye bir kır kahvesi ile parking yapılmasına Aliağa plajlarına da turistlerin ilgisini çekecek nitelikler kazandırılmasına ve dolayısıyla Menemen’in üçüncü sınıf turistik bölgelere dahil edilmesine oy birliğiyle karar vermiştir. Bu haber İzmir Radyosunun saat 18 deki ara haberlerinde bölgemize, saat 19 da ki Türkiye Radyolarının ortak haber bülteninde tüm Türkiye’ye duyurulmuştu. Haber böylesine geniş bir şekilde duyurulmuş olmasına rağmen,çok ta çabuk unutulmuştur. O günden bu yana ne Larisa’ya, ne de Aliağa’ya turistik bir yatırım yapılmamıştır.
Ulu önder Atatürk’ün 100. Doğum yılı anısına hazırlanan bu andaçta Menemen’in antik ve turistik değer taşıyan yerleri tek, tek incelenmiştir. Antik yerler ve piknik yerleri olarak iki bölüm halinde ayrı ayrı sunulmuştur.
PİKNİK YERLERİ
1 – D.S.İ. sulama kanalları ana dağıtım merkezi belediyemiz hudutları içindedir. Arabası olmayanlar için en ideal piknik yeridir. İyi değerlendirilmesi gerekir. Dut ağaçlarının oluşturduğu yeşil tünele ve suyun ola bildiğince gürleştirdiği yem yeşil çam ağaçlarının altına yerleştirilecek masalarla, oldukça güzel bir piknik yeri kazanılacaktır. Bu yerin bir benzeri Adapazarı’ndaki çark suyudur. Çark Suyu ise Adapazarı’nın en gözde piknik yeridir.
2 – YAHŞELLİ ÇAMLIĞI
Yahşelli çamlığı ilcemiz merkezine iki kilometre uzaklıktadır. Yürüyüş sporunun önem kazandığı günümüzde, arabasız rahatlıkla gidilebilecek bir piknik yeridir. Orman idaresinin bu küçük ormana sahip çıkması, turizm açısından sevindiricidir. Orman idaresinin çamlar arasına koyduğu masalar, ocaklar, yaptırdığı modern tuvalet ve çeşmeler, yerli ve yabancı turistin aradığı rahatlığı tam sağlayacak niteliktedir. Bu güzel piknik yerinin tek eksiği bir çocuk bahçesinin bulunmayışı.
3 – YAHŞELLİ ORMANI
Yahşelli ormanı Yahşelli çamlığından çok daha büyük bir alanı kaplar. İlcemiz merkezine dört kilometre uzaklıktadır. Orman içerisinde doğal su kaynaklarının bulunmayışı, otoların girebileceği yolun bozuk olması nedeniyle piknik yapanların ilgisini çekmemektedir. Yıllar önce ormanın güney kesiminde kalan Pınarbaşı Menemen halkının en gözde piknik yeriydi. Arabaların kolayca gire bildiği Pınarbaşına, otoların giremeyişi, zamanla bu güzel piknik yerinin değerini yitirmesine neden olmuştur. Pınarbaşına giden yolun onarılması, kuruyan ağaçların yerine yenilerinin yetiştirilmesi, bu güzel piknik yerine, eski canlılığını kazandıra bilir.
4 – EMİRALEM REGÜLATÖRÜ
Emiralem regülatörü ilce merkezine 14 kilometre uzaklıktadır. Devlet Su İşlerinin Gediz kenarında yetiştirmiş olduğu çam ağaçları regülatöre enfes bir görünüm kazandırmıştır. Bu insan eliyle gerçekleştirilmiş olan güzelliği en güzel seyretme olanağını, Arif Karagöl varislerine ait meradaki tepeler sağlar. Yörenin en güzel içme suyu, bu meranın regülatöre bakan yamacındadır.
5 – DEĞİRMEN DERESİ
Değirmen deresi Karagöl ve çevresindeki pınar ve kaynaklardan beslenir. Değirmendere köyü adını bu dereden alır. Derenin Manisa yoluna yakın bölümünde eski Değirmendere köyü vardı. Heyelan nedeniyle köy şimdiki yerine taşınmıştır. Petrole bu denli bağımlı olmadığımız dönemlerde, Değirmenderenin sularıyla çalışan üç adet değirmen yaz kış çalışır ve yörenin tahıllarını öğütürdü. Suyla çalışan değirmenlerin hızı yavaş olur. Bu yavaş dönüş nedeniyle öğütülen un, modern değirmenlerin öğüttüğü unlardan daha kalın çıkar ve kepek oranı daha yüksek olurdu. Un içerisinde kalan kepeğinse insan sağlığındaki önemi büyüktür. Ekmeğinde tadı ve kokusu, kalitesi çok daha iyi olur. Kepekli ekmek anemiye karşı ” kansızlık hastalığı ” en üstün koruyucudur.
Gürül gürül akan su. Suyun döndürdüğü çarklar. Günü gününe öğütülen buğday. Değirmenin yanında küçük, odunla ısıtılan bir fırın ve ola bildiğince sade bir gazino. Ve geçmişteki tüm özelliklerine tam uygun köy evleri. Evlerde ter temiz pansiyonlar. Ucuz, dinlendirici bir işletmecilik anlayışı. Eğer tüm bunlar yapıla bilseydi, belki o zaman gerçekleşirdi her yıl yetkililerin ağzından dinlediğimiz turizm patlamaları.
6 – KARAGÖL
Karagöl Yamanlar dağı zirvesine yakın, idari yönden ilcemiz hudutları içerisinde kalan bir krater gölüdür. Çevresi çam ormanları ile çevrilidir. Salkım söğütlerin suya sarkan dalları, bir gelin duvağı gibi süsler Karagöl’ü. Göl yakınında onlarca pınar ve orman idaresinin yaptırdığı çeşmeler vardır. Gölün ve çevresindeki pınarların suları oldukça soğuktur. Karagöl’e pikniğe gidenlerin yanlarında buz götürmelerine gerek yoktur. Suların soğukluğu en sıcak yaz aylarında dahi buzu aratmaz. Deniz seviyesinden 1000 metre yükseklikte olmasının neden olduğu düşük basınç, piknik yapanların sağlıklı ve dinç hissetmelerine neden olur. Karagöl’de yaşlı kişilerin bile yorgunluk duymadan, gün boyu koşup eğlenmesi olağandır.
Karagöl
Karagöl’de yüzmeye kalkışmaksa oldukça tehlikelidir. Gölü iyi tanımadan yüzmeye kalkışmaksa intihar etmekle eş değerdir. Gölün krater gölü oluşu nedeniyle derinliği oldukça fazladır. Bu nedenle suyun ortalama 120 santime kadar olan bölümü güneş etkisiyle bir hayli ısınmasına rağmen, 120 santimden sonrası oldukça soğuktur. Durgun olan sularda soğuk su ile sıcak su kolay, kolay biri birine karışmaz. Bıçak sırtı gibi ayrılırlar biri birlerinden. bU durumu bilmeyen yüzücü ise dalış yaptığında aniden karşılaştığı soğuk su nedeniyle, paniğe kapılıp, boğulup ölmesine neden ola bilmektedir. Orman İdaresi göl sahilindeki sarmaşıkları temizlemeden önce, sarmaşıkların göl içerisine uzanan kolları da boğulmalara neden oluyordu. Karagöl’deki boğulma olayları göl üzerine bir çok efsanenin doğuşuna neden olmuştur. Özellikle çobanlar ve çevrede oturanlar gölün dibinin olmadığına inanırlar.
Çobanın biri, patronunun kızına aşık olur. Aracı koyar ve kızı istetir. Patron gelen dünürcüye içi boş bir sopa uzatır ve bunu çobanıma ver. İçini altınla doldurduğunda gelsin kızımı alsın der. Çoban sopayı alır, gece gündüz demeden sürüsünün peşinde durmak yorulmak bilmeden kıyasıya çalışır. Emeği semeresini vermeye başlamıştır. Sopanın dolması yakındır. Yakın bir zamanda muradına erecektir.
Bir gün sürüsündeki bir koç göle doğru seğirtir. Önlemek ister. Koçta bir inat, ille de göle gidecek. Öfkeyle sopasını fırlatır koça. Sopa göle uçar ve gölün derin, karanlık sularında yitip gider. Çobanın aklı başından gitmiştir. Tüm umutları sopayla birlikte yok olmuştu. Yılların emeği ve umutlarını kaybeden çoban, işi bırakır. Bir daha dönmemek üzere Karagöl’ü terk eder.
Aradan uzun yıllar geçer. Bir gün yolu Değirmendere’deki bir değirmene düşer. Değirmenci derenin getirdiği sopaları alıp bir köşede biriktirmeye mereklıdır. Değirmenciyle sohbet ederken, gözü yıllarca önce göle düşürüp kaybettiği sopaya ilişir. Değirmenciye şu sopayı bana verir misin der. Değirmenci yaşlı çobanı kırmak istemez ve tabi alabilirsin der. Çoban elleri titreyerek sopayı alır, ucunu büker. Uç taraftaki pasolu kısım açılınca, sopanın içindeki sarı liralar çil, çil yere saçılır. Değirmenciye sopanın öyküsünü anlatır ve altınlara elini dahi sürmeden sadece sopayı alır, gözleri yaşla dolu çeker gider. Bir daha çobanı kimse görmez
Bu öykü Karagöl’ün dipsizliğine inananların inançlarını simgeler.
Karagöl’de orman işletmesi alabalık yetiştirmeye başlamıştır. Yakında gölde parayla balık avlanmasına izin verilecektir. Gölün doğu kesimindeki düzlüğe, orman işletmesinin koyduğu masalar, oturma yerleri ve çeşmeleriyle ideal bir piknik alanına dönüştürülmüş.
Uzun ve virajlı yollar, göle pikniğe gidenler için yorucu ola bilir. Git, git bitmek bilmeyen virajlar ve yokuşlar bıkkınlık yaratır gidenlerde. Hele şu çam ağaçlarından oluşan yeşil tüneller olmasa yol çekilmez olur. Son bir tepeye tırmanılır. Dorukta gözlerine inanamaz insanlar. Göl doyumsuz güzellikleriyle az ileride, sanki ayaklarınızın altındadır artık. Ne yorgunluk kalmıştır, ne de pişmanlık. Günün nasıl geçtiğini anlayamazsınız. Dönüşünüzde tekrar Karagöl’e gelme özlemi yeşerir gönlünüzde. Ve bu özlem öylece sürer gider ömrünüz boyunca.
ANTİK ŞEHİRLERİ VE KAZI YERLERİ
1 – HÖYÜCEK
Höyücek Helvacı beldesi ovasındadır. Prehistorik çağlarda denizle bağlantısı olan Höyücek, ovanın Gediz tarafından doldurulması nedeniyle denizden uzaklaşmıştır. 1949 ve 1954 yıllarında Türk Tarih Kurumu adına Profesör Muzaffer Özyürek ve Hakkı Gültekin tarafından kazı yapılmıştır. Höyükte çok az miktarda mimari kalıntı bulundu. Çok miktarda elde yapılmış Kalkalitik çağ tekniğine göre pişirilmiş seramik kaplar bulundu. Bunlardan büyük bir bölümü bezesidir. Bezekli ” süslü” olanlar ise kapların üzeri sert bir cisimle kazılarak işlenilmişti. Şekil bakımından kapların ağız kenarları düz, içeriye çekik ve ya dışarı doğru kıvrıktır. Truva birinci ve ikinci katlarında bulunanlara çok benzerler. Ayrıca bu tiplere Thermi’de, Yortan’da ve Kusura’nın alt katında da rastlanılmıştır. Höyücekte seramiğin yanı sıra bazı kemikten yapılma eserlerde ele geçmiştir. Ancak hiçbir madeni buluntuya rastlanılmamıştır.
2 – HÖYÜCEK 2
Höyücek 2 Aliağa’ya yaklaşık 6 kilometre uzaklıkta, Antik Kyme harabelerinin iki kilometre güneyinde Bozköy yakınlarındadır. Burası da Prfesör Şenyürek ile İzmir Arkeoloji Müdürü Hakkı Gültekin tarafından kazılarak araştırma yapılmıştır. “1959” Satıhtan itibaren iki metre derinliğe inildiğinde sadece Truva 1 kültürünü temsil eden tipik çanak ve çömlek parçaları bulundu. Bu araştırma sonucunda Höyücek 2 höyüğünün Truva kültürünü temsil ettiği ve Truva 1 döneminde terk edildiği kanıtlanmıştır.
3 – LARİSSA
Larissa cilalı taş döneminden kaldığı sanılan çok eski bir yerleşim biriminin üzerinde Eoly’ ler tarafından kurulmuştur. “M.Ö. 1200 yılı sonları” Eoly fedaralinin baş devletidir. M.Ö. 800 yılları sonuna doğru yunanlıların egemenliğine girmiştir. Lydıa ve Pers dönemlerini de yaşayan Larıssa Peleponesses savaşlarında tümüyle yıkılmıştır.Daha sonra yeniden inşa edilen kent Galatlar tarafından da yağmalandı.
Kentin bulunduğu yerde 1902 den beri sürdürülen arkeolojik kazılar sonucunda surlarla çevrili Yunan öncesinden kalma bir kent kalıntısı ortaya çıkarıldı. M.Ö. 700 yıllarından kalma Akrapolis’ten günümüze sadece kent surları gele bilmiştir. M.Ö. VI yüz yıldan kalma dinsel yapılardan tümü ortaya çıkarılmıştır. Ayrıca bulunan üç saray kalıntısında doğu etkinliği belirgindir. Kazılar sırasında ele geçirilen yapıtların bir bölümü Stackholm Müzesine götürülmüştür. Bazı sütun başlıkları ve önemli buluntular İstanbul Arkeoloji Müzesine gönderilmiştir.
4 – TEMNOS
Temnos Görece köyü yakınlarındadır. M.Ö. III. Yüzyılın ilk yarısında Lysimaches ve ya Philetaires başkanlığında Bergama Krallığıyla bir ittifak yaptı. Attales 1 zamanında Bergama Krallığına katıldı. Roma İmparatoru Tiberius devrinde Temnos büyük bir deprem geçirdi.” M.S. 17 ” Temnos sikkelerinin İmparator Gallienus çağına kadar basmaya devam etmesine rağmen önemini gittikçe kaybettiği sanılır. Bu tarihten itibaren eski kaynaklarda şehrin adına rastlanılmaz. Şehrin en önemli kutsal alanı Pinsies II tarafından yakılıp yıkılan Apollon, Kynneissa ait Temonos idi. Dionysos kültü kadar kuvvetli olmamasına rağmen, Apollon kültünün de şehir hayatının önemi büyüktür. Temnos ünlü hatip Hermagoras’ın doğduğu yerdir.
Hermagoras M.Ö. 150 yıllarında yaşadı. Üç hatibin en ünlüsü olan Quin Tiliamus’da İnstittie Oratarie ” Hitabet Okulu” adlı eserinde Hermagoras’tan söz eder “III.I. 16″ Teknai Reterika ” Retorik sanatları” adlı altı ciltlik bir eser yazdı. Öğrencilerinden Hermagoras’tan sık sık söz edilmesi onun bir okul kurmuş olduğunu gösterir.
5 – MYRİNA ” Sebastapolis te olarak bilinir”
Myrina Güzelhisar çayının denize döküldüğü yerde Çandarlı körfezinin son koyunda yer alır İki tepenin üzerinde bulunan ve bir rastlantı sonucu ortaya çıkarılan Nekrpolis’te ” mezarlık ” ilk araştırmayı 1874 yılında M.E. Bultezzi yaptı. Beş bin kadar mezar bulundu. Şehrin M.Ö. 454 – 425 yılları arasında Atina Konfederasyonunda önemli yeri vardı. M.Ö. 475 te Kserkes şehri Gongylos 1 e verdi. Gonylus 1 de M.Ö. 339 da Myrina’yı oğlu Gongylus II ye bıraktı. M.Ö. 260 yılında şehri Selifkiler ele geçirdiler. Fakat kısa zamanda Arkaisos savaşı sonucunda Attelos tarafından geri alındı. Şehir M.Ö. II yüzyılda Bergama Krallığının hakimiyetine girdi. M.S. 17 – 20 yılları arasında büyük depremler Myrina’yı tahrip etti.
6 – NEONTİKOS
Yanıkköy yakınındaki bir tepenin üzerindedir. Eoly site devletlerinden biridir. Kazı yapılmadığı için hakkında yeterli bilgi yoktur.
7 – KYME
Eoly birliğinin en büyük site devletidir. Aynı zamanda döneminin en büyük liman ve ihraç merkezidir. Önceleri Larissa’ya bağlı iken, Larissa’yı bir savaş sonucu, yenerek baş devletliğini ilan etmişti. Baş devletliği uzun süreli olmadı. Fedaralin diğer devletleri ortak bir hareketle Kyme’yi yenip tekrar Larissa’ya bağlanmasını sağlamışlardı. Roma döneminde de dini merkez olarak önemini sürdürmüştür.
8 – LEUKEY
Maltepe köyü yakınlarında yöremizin en büyük höyüğünün yer aldığı tepenin güney kısmında Pers kıralı Keyhaenus’ a isyan eden general Tahas tarafından kurulan ada devleti Leukey’in kalıntıları bulunmaktadır. Her ikisinde de kazı devam etmektedir. Henüz kazılarda elde edilen bulgular açıklanmamıştır.
ANADOLU BEYLİKLERİ DÖNEMİ
Saruhanoğulları Beyliği, Aydınoğulları Beyliği ile ticaretini Sabuncubeli’nin geçit vermemesi nedeniyle Menemen üzerinden gerçekleştirirler. İzmir Manisa Menemen üzerinden kervanlarla iki günde kat edildiğinden iki günlük yolculuğun yarısı Menemen’e denk gelmektedir. Bu nedenle Saruhan beyi bir günlük yolculuğun gece molası için konaklama yeri olarak Menemen’i uygun görür. Bir bedesten ile han inşa edilmesi için Kamil Dedeyi görevlendirir. Han ve bedesten inşaatını halen mezarları Hıdırlık tepesinde bulunan iki usta yapar. Bu arada kamil dede Taş hanın yanındaki türbeyi kendisi için yaptırır. Nitekim ölümünden sonra bu türbeye gömülür.
Taş han, bedesten ve Kamil baba türbesinin inşaatı için gereken su, ilginç bir yöntemle Hıdırlık tepesindeki kuyudan sağlanır. Kuyunun suyu diğer kuyulardaki gibi alttan ve ya yanlardan gelmemektedir. Su üst taraflardan gelmekte olduğundan, iki usta tarafından V şeklinde oyularak kuyuya daha çok su gelmesi sağlanılmıştır. Kuyunun tabanında toplanan sular borularla, az aşağıda, şimdiki çeşmenin bulunduğu yere akıtılır. Suyun bir bölümü künk borularla Taş han yakınına akıtılır. Buldukları suyun kesintisiz aktığını gören ustalar, inşa ettikleri çeşmenin yanı başına da öldüklerinde gömülmeleri için bir yer ayırırlar. Nitekim öldüklerinde vasiyetleri üzerine çeşmenin yanına gömülürler. Halen Hıdır tepede bulunan iki mezar bu ustalara ait mezarlardır. Halk arasında yaygın adı ise Hıdır dede yatırıdır. Ustaların adları ise bilinmemektedir.
Menemen içerisinde Yeni sinemanın karşısında Kubbeli Bakkal ve Türbesi, Kasım paşa mahallesinde Kasım paşa türbesi ve Kız medresesi, Kazaz cami Taş han, Bedesten ve Kamil baba türbeleri önemli antik eserlerdir. Yunan döneminden kalma iki kilise koruma altındadır.