Sevr Yokmuş

Sevr Yokmuş
Bir profesör müsvettesi böğüre, böğüre Sevr diye bir anlaşma olmamıştır diyor ve Kurtuluş savaşının bile olmadığını söyleye biliyor. Bu profesör müsvettesine sormak gerekir. Sevr diye bir anlaşma olmadığından mı Fransızlar Güneydoğu Anadolu’ya, İtalyanlar Muğla ve Antalya bölgesine, Yunanlılar Ege’ye İngilizler de müttefikleriyle İstanbul boğazına ellerini, kollarlını sallaya, sallaya girdiler. Doğu Anadolu’nun büyük bir bölümünün Ermenistan’a verilmesine, Doğu Karadeniz’de Pontus devletinin kurulmasına o Sevr anlaşmasıyla karar verilmemiş miydi? Bu Atatürk ve Cumhuriyet düşmanları bu yalanlarıyla cumhuriyetimizi yıka bileceklerini hesap ediyorlar ama hesapları hiçbir zaman tutmayacaktır. Atatürkçü gençlik buna asla izin vermeyecektir.
Fransızlar Güneydoğu’yu işgal ettiklerinde çok büyük bir direnişle karşılaşmışlardı. Bu ummadıkları direniş karşısında Fransızlar işgal ettikleri yerlerden çekilmek zorunda kalmışlardı. İtalyanlar işgal ettikleri bölgede ise hiçbir direnişle karşılaşmamışlardı. Bölgenin çok fakir olan halkına her türlü yardımı yapmışlar ve bölgenin sağlık sorunlarıyla da çok ilgilenmişlerdi. İtalyanlar Ege bölgesinde ilerlemekte olan Yunanlılara Menderes nehrini sınır göstermişler ve eğer nehri geçecek olursanız bunu İtalya’ya savaş ilan ettiğinizi kabul edeceğiz demişlerdi. Bu sayede Yunanlılar Muğla’ya doğru ilerleyememişlerdi. Kurtuluş savaşı başladığında İtalyanlar gönüllü olarak işgal ettikleri yerlerden çekilmişlerdi.
Ege bölgesinde ise Osman Nevres’in ilk kurşunu ile halk direnişi başlamış, Ege bölgesinden birçok kahramanımız Kurtuluş Savaşına gönüllü olarak katılmışlardı. Yunanlılar ile en büyük kapışma Aydın bölgesinde gerçekleşmişti. Halazari (Bozguncu) Cafer Efenin başlattığı direnişe bölgede bulunan birçok efenin çetesi de büyük katkı vermişlerdi. Halazari Cafer Efenin çetesi iki yüz milisten oluşan büyük bir çeteydi. Halazari Cafer efe pusuya düşürülüp şehit edilmeseydi o da Demirci Efe, Fodulaki Mustafa Efe, Yörük Ali Efeler gibi mutlaka Kurtuluş savaşına katılacaktı. Sevr anlaşmasının en acı veren yanı ise birçok komutanın padişahın emri ile ellerinde bulunan silahları teslim etmeleridir. Tüm komutanlar Orgeneral Kazım Karabekir paşa gibi davranıp silahlarını teslim etmeseydi belki de Kurtuluş savaşında yaşanan zorluklar yaşanmayacaktı. Sevr anlaşması çok ağır bir ihanet anlaşmasıdır. Bu anlaşma Mustafa Kemal ve arkadaşları sayesinde yırtılıp atılmıştı. Aşağıdaki haritada biz Türklere ne kadar yer bırakıldığı net olarak görülmektedir. Bu anlaşmadaki kazanımları yeterli görmeyen işgalciler kendilerine daha da pay verilmesini istiyorlardı. Amaçları tüm Türkleri Anadolu’dan söküp atmaktı. Atatürk ve Cumhuriyet düşmanları bu güzel vatanda Kurtuluş savaşı destanını yazanlar sayesinde yaşadığımızı öğrenmeleri gerekir. Ne yazık ki Atatürk düşmanlığı onların gözlerini kör etmiş.
Özcan Nevres ozcan.nevres@gmail.com

Tarımda Kader Olur mu

Tarımda Kader Olur mu

Hukukçu olup da hukuğu en çok hicveden yazar Pitigirli’dir (Pötigörl) Bakınız o kaderi nasıl tanımlıyor. İki kişi aralarında kaderi tartışıyorlardı. Biri kadere inanıyor. Diğeri ise inanmıyordu. Kadere inanmayan elindeki sigara paketini pencereden dışarı atıyor. Caddede yürümekte olan bir adam paketi yerden alıp pencere kenarında oturmakta olanlara göstererek bu sizden mi düştü diye sorduğunda paketi atan sizde kalsın diyor. Paketi aşağıya atan bak diyor. Bu adam belki bir otobüs kazasına kurban olacaktı. Onu birkaç saniye oyalamamız bir kazaya kurban gitmesini önlemiş olabilir. Aksi de olabilir. O bir kazaya kurban gitmeyecekti ama bu birkaç saniye kazaya uğramasına neden olabilir. Gerçekten de kader dedikleri böylesine oynak bir kavramdır. Eşeği kaybolan Nasrettin hocaya eşeğini sağlam kazığa bağlasaydın demişler. Kimse eşeğin kaybolması kaderindendir dememiş. Zira kader denilen kavramı etkisizleştirmek alınan sağlam önlemlerle mümkün olur.

Ülkemizdeki tarımda en çok inanılan kaderdir. Yıl olumlu geçerse, bu yıl kader yüzümüze güldü derler. Eğer yıl olumsuz geçerse, bu yıl kader yüzümüze gülmedi derler. Muğla’da Muğla’yı iki buçuk yıl süren belediye başkanlığı sırasında köy kimliğinden çıkarıp modern bir şehir kimliği kazandıran ve baraj kralı diye adlandırılan Latif Sepil’dir. Bu değerli iş adamımızın Köyceğiz’de iki yüz dönümlük bir narenciye bahçesi vardır. Bu bahçede hiçbir şey kadere bırakılmamıştır. Narenciye her ne kadar suyu çok sevse de dibinde su birikmesini hiç sevmez. Bu yüzden bahçe içinde arıklar açılıp, aşırı yağışlarda fazla yağmur suları bir havuza akması sağlanmaktadır. Havuzda su seviyesi yükseldiğinde su dürbineleri otomatik olarak devreye girer ve suyu boşaltmaya başlar. Kırağıya karşı da önlemler vardır. Bahçenin içine aşırı soğuğu algılayıp harekete geçen mazot fırınları vardır. Mazot fırınlarının ürettiği siz bir örtü gibi ağaçların üstünü kaplayarak ağaçları kırağıdan ve soğuğun etkisinden korur. Bu bahçede kaderden söz edilebilir mi? Tarımdan çok iyi para kazanan İsrail’de de kaderciliğe yer yoktur. Ne üretimde, ne de yetiştirdikleri ürünleri pazarlamakta kadercilik yoktur, plan vardır.

Bu gece TRT nin üçüncü kanalında naklen yayınlamakta olan meclis görüşmelerini kısa bir süre izledim. En çok kafama takılan konuşmacının ülkemizin su bakımından fakir olduğu sözleri oldu. Yağmur sularını başıboş bırakıp denize akmamaları için önlem alınmaz ise elbet de su yetersiz olur. Yağmur sularının denize akması önlenecek olursa ülkemiz su zengini olur. Bu konuda ne yapılması gerekir? Öncelikle yağmur sularını ırmaklara, denizlere taşımakta olan dere yataklarına bentler yapılmalıdır. Yapılacak bentler su tutmasa da yer altına sızdırdığı sular, yer altı sularının zenginleşmesine neden olur. Üstelik bentler en fazla on metre yükseklikte olacağı için barajlar kadar büyük harcamaları gerektirmez. Bir de artezyen kuyularından çekilen suyla tarım yapılan ovalarda, aşırı sulamalar yüzünden çekilen sular yüzünden yer altı sularında çekilmeler olmakta, artezyen kuyularından su çekilemez bir durum oluşmaktadır. Eğer yer altı sularının azalması, yetersiz kalması önlenmek isteniyor ise ters şarj işlemi başlatılmalıdır. Biriken sular artezyen kuyularına pompalanmalıdır. Bunun yapıla bilmesi için öncelikle çiftçilerin kullanmakta olduğu mazotun fiyatı ucuzlatılmalıdır.

Az gelişmiş ülkelerde ekonominin pilotu ne inşaat ve ne de otomotiv sanayisidir. Az gelişmiş olan ülkelerde ekonominin pilotu yalnızca tarım olur. Tarım deyince bunun içine hayvancılık da girer. Örnek istiyorlarsa özellikle Lüksemburg’un olağan üstü kalkınmasını incelesinler. Lüksemburg önce tarımda gelişen bir ülke olmuştur. Sonra da tarımdan sağladığı birikimleri ile sanayi devrimini gerçekleştirmiştir.

Ülkemizdeki yanlış tarım politikaları yüzünden kendi kendine yeten, dünya genelinde yedi ülkenin arasındaydık. Dış ülkelere tarım ürünleri satan bir ülke iken günümüzde tarım ürünleri ithal eden bir ülke olduk. Aymazlıktan kurtulamadığımız sürece bu durum daha da kötüleşerek sürer gider.

Özcan nevre     ozcan.nevres@gmail.com

Ey Türk Kadını

Ey Türk Kadını

Başınıza nasıl bir çorap örülmek istendiğinin farkında mısınız? Bu gün başınıza lahana gibi sardığınız bezle ya güzelleştiğinizi sanıyorsunuz, ya da dininizin gereğini yerine getirdiğinizi sanıyorsunuz. Ne kara çarşaf, ne de türban İslami bir kılık kıyafet tarzı değildir. Özellikle türban Hıristiyan rahibelerinin kıyafeti olduğu halde gündem saptıranlar tarafından İslami bir giyim tarzı olduğu kadınlarımıza, kızlarımıza inandırılmıştır. Ülkemizi karanlığa gömmek isteyen gericiler ve özgür kadın düşmanları için bu bir başlangıçtır. Bu gidilmekte olan yolun sonunda kadınlarımıza burka giydirmek ve kadınlarımızı kızlarımızı kafes arkasında oturtmak vardır. Sıra onları Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün kazandırdığı tüm haklardan mahrum etmeye gelecektir. Bundan sonra ne yapacağınıza siz karar vereceksiniz. Ya irticanın size yaptığı dayatmalara boyun eğeceksiniz? Ya da Atatürk’ün sizlere kazandırdığı tüm haklara sahip çıkacaksınız. Böylece çağdaş bir yolda yürüyeceksiniz.

Aslında bu yazıma CHP nereye gidiyor diye bir başlık atacaktım ama kadınlarımızı ilgilendiren bir başlık atmayı yeğledim. CHP hem toparlanmaktan ve birlik olmaktan söz ediyor. Hem de Süheyl Batum gibi çok değerli bir partiliyi partiden ihraç kararı alıyor. Peki, suçu ne Sayın Süheyl Batum’un? Sayın Emine Ülker Tarhan’ı destekleyen sözler söylemiş olması değil mi? Eğer bir partide özgür olmak söz konusu ise her partili düşüncelerini açık, açık söyleye bilmelidir. Eğer söyleyemiyorlarsa o partide ne demokrasi ve nede özgürlük yok demektir. Bir de madalyonun öbür yüzüne bakalım. Süheyl Batum’u partiden ihraç etmek CHP ye ne kazandıracak? İtibar mı? Yoksa itibarsızlık mı? CHP yi bölmemek için sessiz kalmayı yeğleyenler artık isyan noktasına geldikleri için bu ihraç kararı nedeniyle büyük kayıplara uğrayacaktır. Hele, hele eğer bu iddia doğru ise CHP Süheyl Batum’u partiden ihraç etmek ile çok ayıp etmiştir. CHP ye son günlerde katılmış olanların bu ihraç kararında çok önemli rolü varmış. Kaba da olsa halkımızın çok iyi bir tekerlemesi vardır. Dağdan gelen bağdakini kovar derler. Bu sözler bu ihraç olayına uygun değil midir?

Anadolu partisinin kurucularına buradan bir öneride bulunmak istiyorum. Kurduğunuz bu partide tüm yükü liderinizin üzerine yıkmayın. Tüm partililer sorumluluk alsınlar ve bire bir konuşmak üzere halkın arasına girsinler. Mahallelerde yapacakları toplantılarda konuşmalarını bitirdikten sonra dinleyicilerin dilek ve önerilerini dikkate alsınlar. Lütfettiniz bizi dinlediniz. Şimdi siz konuşun biz dinleyelim desinler. Önümüzdeki seçimde ilçe başkanları milletvekilliğine aday olanların yapacakları konuşmaları yönlendirsinler. Adaylar konuşma yapacakları kahvehanelerde dinleyicilerin nelere gereksinimi olduğunu bilerek konuşsunlar. Tarımcıların olduğu yerde işçi haklarından, işçilerin çoğunlukta olduğu ortamlarda çiftçilerin sorunlarını anlatmak ve çözüm önermek eski bir deyim ile abes ile iştigaldir. Yani gereksizdir.

Menemen’de tek oy alamaz dedikleri Halkçı Partinin başkanı iken milletvekili adaylarını yapacakları konuşmaları için, nasıl bir konuşma yapacaklarını söyleyerek yönlendirmem sayesinde Halkçı Partiyi en büyük parti yapmıştım. Merak eden varsa google’den Bir Zamanlar Ben de politikacıydım başlıklı yazımı indirip okuyabilirler.

Özcan Nevres        ozcan.nevres@gmail.com

Üretim Ve Pazarlama

Üretim Ve Pazarlama

Televizyonda mandalina ilgili haberi izledim. Bilmeyenler için şaşırtıcı olabilir ama benim için o haberin hiçbir özelliği yoktur. Haberde mandalinanın dalında kilosunun yirmi beş kuruş olduğu üstüne basa, bas anlatılıyordu. Sonra da manav tezgâhlarındaki etiketi görüntülediler. Kilosu yirmi beş kuruş olan mandalinanın fiyatı tam üç lira olmuş. Mandalinanın fiyatı bahçeden tezgâhlara ulaşıncaya kadar tam on iki katına ulaşmış. Üretimden pazarlama tezgâhlarına giden yolda ve beklemelerde ürün kaybı olabiliyor. Bozulma ve çürüme riski olan ürünlerde yüzde yüzlük kar marjı normaldir ama on iki katı olması kabul edilemez. Yıllar önce Menemen’in en iyi arazilerinden biri olan Vakıf çayırındaki on dört dönümlük tarlamızda sebze yetiştiriciliği yapmıştım. Dört inçlik su kaynağıyla su sorunu olmayan bir tarlaydı. Büyük bir hevesle işe başlamıştım. Hayranlık uyandıran ürünler yetiştirmiştim ama sebze piyasası yüz güldürmüyordu. Halde ilk satılan ürünler benim ürünlerim olmasına rağmen fiyat gülünç denilecek kadar düşüktü. Önce salatalık bölümüne ızgara çektim. Sürülen bölümdeki sağlam salatalıkları komşularım toplayıp evlerine götürmüşlerdi. İki günde bir kırk çuvala yakın biber ve yetmiş beş kasa domates toplatıp hale götürüyordum. Ayrıca arabamı her gün tepeleme patlıcan doldurup hale getiriyorum. Komisyonu, vergisi, hamaliyesi düşüldükten sonra elime geçen para su motorunun yaktığı gazı bile karşılamıyordu. Börülceyi toplattığımda manavlardaki fiyata göre yüzümü güldüreceğini sanmıştım. Halciye kaça satıldığını sorduğumda şok olmuştum. Kilosu on kuruşa satılmış. O ürün o fiyata toplatılamazdı. Kime sattığını öğrendim ve gidip o manavın tezgâhına baktım. Benim börülcemin üzerinde tam yetmiş kuruş fiyat vardı. Aylarca süren emeğimin bedeli kilosunda on kuruştu. Manav ise benim sırtımdan emeksiz olarak kilosunda atmış kuruş kazanıyordu. Depoya gidip traktör boştaysa ızgarayı takıp bahçenin tamamını sürmeye karar vermiştim. İyi ki traktör depoda değilmiş. Evime giderken bir manavla karşılaştım. Bahçendekileri bana tohur olarak satar mısın dediğinde anlaşırsak niye olmasın dedim. Yirmi bin liraya anlaştık. O para sayesinde zarar etmekten kurtuldum ama bir daha sebze üretimi yapmamaya da karar verdim. Her zaman söyler ve yazarım. Ülkemizdeki pazarlama sistemi yüzünden üreticiler asla para kazanmazlar. Parayı kazananlar aracılardır. Bir ay önce Menemen sebze halinden almış olduğum kakaolu cennet elmasının kilosu yüz elli kuruştu. O ürün İstanbul tezgâhlarına pek düşmez. Kakaosuz olanının ise fiyatı bir liraydı. Bu gün gittiğim alış veriş merkezinde fiyatı beş lira doksan dokuz kuruştu. İnsaf etsinler. Kolay beri çürümeyen ve bozulmayan bu ürünün fiyatının bu derece yüksek olması kabul edile bilir mi? Manav tezgâhlarındaki tüm meyve ve sebzeler için bu anormal fiyatlar geçerlidir. Bu anormal fiyatların önünü kesmek için tek umar tüketici pazarlarının kurulmasıdır. Üretici yetiştirdiği ürünü pazara getirip aracısız sattığında tüketici daha çok meyve ve sebze tüketme şansını yakalar.

Televizyonlarda bazı programları izlerken iç bulandıran, kafa karıştıran bilgilere ulaşıyorum. Bu gün izlediğim bir programda sofralarımızın en vazgeçilmezi olan ekmek hakkındaki bilgiler içimizi kararttı. Meğer ekmeğin ana maddesi olan buğday on yıldan beri birçok amansız hastalığın nedeniymiş. On yıl önce buğdayda yapılan iyileştirme sayesinde dekar başına verimi oldukça artmış ama o iyileştirme buğday ürünlerini tüketenlerde kötüleşmeye neden olmuş. Bir süre önce glütenin sağlığa çok zararlı olduğu açıklandığında glütensiz un reklamları başlatıldı. Bu gün anlatılanlara göre buğdaydan üretilen tüm ürünlerinin soframızdan kaldırılması öneriliyor. Buğdaydan üretilen ürünler başta çocuklarda otizme, büyüklerde ise bunamaya ve Alzheimer hastalıklarına neden oluyormuş. Bu nedenle uzman doktor mayasız mısır ekmeği tüketmemizi öneriyor. Her ne kadar çok az ekmek tüketsem de ekmeği beslenmemden tamamen çıkarmaya karar verdim.

Özacn Nevres     ozcan.nevres@gmail.com

Tarımda Gerileme

Tarımda Gerileme

Tüm dünyada kendi kendine yetebilen yedi ülkenin arasında idik. Akaryakıt, yapay gübre ve işçilik ücretlerinin artması tarımda gerilemenin ana nedenidir. Tarım para kazanamaz duruma gelince de arazi sahipleri aşırı borçlanmış olduklarından sahibi oldukları arazileri hızla elden çıkarıyorlar. Oldukça verimli olan o arazileri alanlar sanmayın ki tarım yapmak için alıyorlar. Onlar kredi kaynaklarını en iyi şekilde kullanabilmek için alıyorlar. En verimli tarım arazileri içinde inşa edilmiş ve inşaatı tamamlanır tamamlanmış satışa çıkarılmış olan dev binalar bunun kanıtı değil mi? Betonlaşmaya kurban edilmiş olan arazileri tekrar tarıma kazandırmak olası değildir. Bu nedenle verimli arazilere inşaat izni kesinlikle verilmemelidir.

Neredeyse bir yılı geride bırakıyoruz. Bu geçtiğimiz yıl küresel ısınmanın tüm olumsuzluklarını yaşadık. Küresel ısınma yüzünden meyve bahçelerinde çok büyük bir verimsizlik yaşanıldı. Bu yüzden meyve fiyatlarında alışık olmadığımız kadar fiyat yükselmeleri oldu. Örneğin geçtiğimiz yıldan önceki yıl kuru kayısının kilosu sekiz, on lira idi. Bu yıl ise kırk lira. Bademin cevizin ve kestanenin fiyatı en az ikiye katlandı. Çok lezzetli olan yerli yer fıstığımızın yerini çok lezzetsiz olan ithal yer fıstığı aldı. Bu gidişle her türlü meyveyi de ithal edilmiş olanlarını tüketmek zorunda kalacağız.

Biray önce Menemen’e gitmiştim. Halamın kızı ve eşiyle uzun bir sohbetimiz oldu. İkisi de bana Menemen’deki bağcılığın ve meyveciliğin nasıl yok edildiğini anlattılar. Bağlar, meyve bahçelerindeki ağaçlar sökülmüş, pamukçuluk tek ürün haline gelmiş. Pamukçuluğun da çiftçilerin yüzünü güldürecek kadar bir getirisi kalmamış. Pamukçuluğun başladığı ilk yıllarda dekarından altı yüz kilo pamuk alınırken kimi arazilerde iki yüz kiloya kadar düşmüş. Bir de buna kuraklığın ve Aliağa Çakmaklı’da kurulan demir-çelik fabrikalarının neden olduğu hava kirliliği olumsuzlukları eklenince tarım can çekişir hale gelmiş.

Peki, Trakya’da durum nasıl? Yıllardan beri Trakya’da tarım iki ürüne odaklanmış. İkisi de çiftçilerin yüzünü güldürmüyor. Trakya’da tarımın iyi kazandırması için çok çeşitliliğe yönelinmesi gerekir. Bu konuyu bir çiftçi ile konuşurken çiftçi Trakya’da meyvecilik olmaz dedi. Ben de Menemen’in Emirâlem beldesinin sakinleri dut zengini oldular. Onlar beş yüz kilometre uzağa dut pazarlayarak para kazanırlarken İstanbul’a yetmiş kilometre uzaklıktaki Silivri’de dut da mı yetiştirilemiyor dediğimde yetişmez olur mu dedi? Yamaç bir alanı göstererek bir zamanlar buraları hep dutluktu dedi. Trakya’da meyvecilik olmaz diyenler işin kolayına kaçıyorlar. Zira edindiğim bilgilere göre geçmişte Silivri’de elma bahçeleri bile vardı. Bu konuda ilçe tarım müdürlüğünün Silivrili çiftçileri bilgilendirmesi ve teşvik etmesi gerekir.

Muğla’da yaşadığım yıllarda CHP nin yayın organı olan Ulus gazetesi ile Ege bölgesinin gazetesi olan Demokrat İzmir gazetelerinin temsilcisiydim. Bir gün Teknik Ziraat Müdürlüğünün müdürü Sayın Zeki Aktürkoğlu’nu ziyarete gittim ve uzun, uzun Muğla tarımı konusunda söyleştik. Muğla’da yemeklik üzüm yok gibiydi. Ancak şaraplık ve pekmezlik üzüm yetiştiriliyordu. Muğla ile Kozak aynı rakıma ve hemen, hemen aynı iklime sahiptir. Kozak’ta çok lezzetli ve kütür, kütür olan bir razakı türü yetiştirrilmektedir. O razakıyı Muğla’da yetiştirmenin öncülüğünü niye yapmıyorsunuz diye sorduğumda denemeye değer dedi. Bir süre sonra Milas’ta beş dönümlük bir arazide başta Kozak razakısı olmak üzere deneme amaçlı birçok üzüm çeşidi yetiştirmeye başladıklarını ve alınacak sonuca göre türleri yaygınlaştıracaklarını söyledi. Yıllar sonra Muğla’ya gittiğimde Pazar yerini gezerken çok kaliteli yemeklik üzümleri tezgâhlarda görmekten çok büyük mutluluk duymuştum. Fazla uzağa gitmeye gerek yok. Şarköy ve Mürefte’de yetiştirilmekte olan müşküle üzümü de Pazar değeri yüksek olan bir üzüm türüdür. Ne yazık ki çok lezzetli ve kokulu olan Çavuş üzümü neredeyse unutulmuş durumda. Trakya çiftçisi tek ürüncülükten kurtulduklarında mutlaka çok iyi para kazanmaya başlayacaklardır.

Özcan Nevres     ozcan.nevres@gmail.com

Kafa Karıştırma

Kafa Karıştırma

Eğitim şurasında alınan ve alınacak olan kararlarla eğitimimizin nerelere sürükleneceğini görmek için çok keskin bir göze gerek yok. Henüz anaokulunda olan çocuklara dahi türban giydirenlerin nasıl bir Türkiye görmek istedikleri her yönüyle açık seçik ortadadır. Seçim sürecine hızla ilerliyor olmamız nedeniyle kim bilir kafa karıştıracak daha nelerle karşılaşacağız. İlki yer misin, yemez misin diye sormaya gerek görmeden önümüze konuldu. Artık okullarda Osmanlıca da seçmeli veya seçmesiz ders olarak okutulacak. Sormak gerekir hangi Osmanlıca diye? Dünya genelinde Osmanlıca diye bir dil var mı diye? Yok, öyle bir dil. Saraylılar entel takılmak için kendilerine göre bir dil uydurmuşlar. Osmanlıca dedikleri dil tam bir çorba. İçinde ne ararsanız var. Arapça,  Farsça, Yunanca, Fransızca. Saymakla bitmez. Bilim dilinin İngilizce olduğundan haberleri olmayanlar İngilizce okuyorlar da ne oluyor? Eğitimleri süresince öğrendikleri üç beş kelime, Yes, baybay gibi üç beş kelime diyorlar. Günümüzde herkesin evine bilgisayarlar, tabletler ve cep telefonları girdi. En azında sekiz on kelime teknik İngilizce bilmeyenler aldıkları cihazlar için mutlaka dil bilenlerden destek almak zorunda kalmıyorlar mı? Kendimde bulduğum en büyük hata dil öğrenmeye heves etmemiş olmamdır. Bu yüzden oğlumun bana hediye ettiği akıllı telefonu öğrenmekte çok zorlanıyorum. Bir de buna yaşımın gereği unutkanlık eklenince iyiden iyiye çuvallıyorum.

Bin dokuz yüz elli beş kasımında askerlik görevimi ifa etmek için Ankara’ya gideceğim. Dedem elime bir kağıt sıkıştırmıştı. Bu adresi iyi sakla. Ankara’ya varır varmaz bu adrese git. Teyzemin oğlu Muhtar Hanyalı Basın, Yayın Ve Turizm Müdürlüğünde baş mütercim. Onun sana çok faydası olacak demişti. Ulus’taki müdürlüğe gittiğimde Muhtar Hanyalı’nın emekli olduğunu söylediler. Tam dönüp giderken biri arkamdan yetişti. Sizi Muhtar Beyin yerine gelen Muharrem Bey görmek istiyor dedi. Yanına gittim. İlk sorduğu Elenika kserzis (Yunanca biliyor musun) oldu. Anlıyorum ama konuşmasını beceremiyorum deyince krimasam more (yazıklar olsun) dedi. Senin amcan Muhtar Hanyalı ana dili gibi on dil biliyor. Bir dil bir adam demektir. Amcanı örnek al. Öğrenebildiğin kadar dil öğren dedi ve bana Muhtar Hanyalı’nın ev adresini yazdığı kâğıda bir de kroki çizerek verdi. Sayesinde adresi kolayca bulmuştum. Ne yazık ki Muharrem Beyin söyledikleri kulağıma küpe olmadı. Yabancı dil öğrenmeye hiç heveslenmedim. Keşke ben de en az İngilizceyi öğrenebilseydim.

Dil konusunda kendimden örnekler vermek istiyorum. Dört çocuğum var. Dördü de üniversite mezunu. Dördünün de İngilizceleri çok iyidir. Kızım Birleşik Amerika üniversitelerinde öğretim üyesi. Üç oğlum da iyi bildikleri bilgisayar tekniği ve ileri derecede teknik İngilizceleri sayesinde hiçbir zaman iş konusunda bir güçlükle karşılaşmadılar. Büyük oğlum çalıştığı işyeri tarafından Amerika’ya ve Avrupa ülkelerinde yapılmakta olan bilimsel toplantılara gönderilmektedir. Yabancıları sevmesek de İngilizcenin teknolojide iletişim dili olduğunu kabul etmek zorundayız. Osmanlıcanın ise bilim ve teknikte esemesi bile olmaz. Osmanlıcayı savunanlar İbnisina, Farabi ve daha birçoğu Osmanlı değiller mi diyorlar. Evet, Osmanlıydılar ama konuştukları ve yazdıkları Farça ve biraz da Arapça idi. Yazımı değerli bilim adamı İlber Ortaylı’nın sözleriyle tamamlayacağım. Osmanlıcayı öğretecekler de ne olacak? Mezar taşlarını okuyamıyorlarmış da. Okusalar ne olacak? Mezar taşında yazılı olan adı, babasının adı, başka ne olabilir ki? Bir başkası da konuyu tiye alıyor ve diyor ki ben Orhon kitabelerini okumak istiyorum. Bu yüzden Göktürkçe de seçmeli ders olsun.

Özcan Nevres    ocan.nevres@gmail.com

Elektrik Kontağı

Elektrik Kontağı

Dün televizyonlarda yine elektrik kontağından çıkan bir yangın haberi vardı. Bu günkü yazımda günlük hayatımızda en çok kullandığımız halde, hakkında çok az bilgi sahibi olduğumuz elektrik konusunu yazacağım. Yazıma bir ironi ile başlayacağım. Askere subay elektrik nedir diye sorar. Asker elle tutulmayan, gözle görülmeyen, yaptığı işler ile bildiğimiz ne idüğü belli olmayan bir şeydir demiş. Gerçekten günlük hayatımızın en vazgeçilmezi olmuş olan elektriği tanıyor muyuz? Volt, amper, vat ile ilgili kulak dolgunluğumuz vardır ama üçünün birbiriyle orantısı nedir bilmeyiz. Bir alışveriş merkezinde bir bayanın eşine gösterdiği bir su ısıtıcısı vardı. Bak şekerim bu üç bin vat, suyu çok çabuk ısıtır demişti. Üstüme vazife olmadığı halde araya girdim ve hanım efendi, evinizdeki elektrik tesisatı bu gücü kaldırabilecek mi diye sordum? Bilmem diye yanıtladı. Hemen bir hesap çıkardım. Üç bin bölü iki yüz yirmi eşittir yaklaşık on dört amper yapar. Eğer evinizdeki tesisatta sigortalar on amperlik ise bunu fişini prize taktığınız an sigorta atar. Bir de aynı hatta çalışan başka elektrikli cihazlar var ise ve tesisatınızda norm kablolar kullanılmamışsa hattınız yanar. Evinizde yangın çıkmasına neden olabilir. Bunun için siz en fazla iki bin iki yüz vatlık yani on amper çeken su ısıtıcısını almayı yeğleyin dedim. Önerimi dikkate alarak iki bin iki yüz vatlık bir su ısıtıcısı aldılar. Aldığınız cihazda yalnızca vat ve volt bilgileri varsa vatı voltla böldüğünüzde cihazın çektiği amper ortaya çıkar. Eğer cihazın üzerinde yalnızca volt ve amper bilgisi varsa voltu amper ile çarptığınızda harcadığı vat bilgisi ortaya çıkar. Üç bin vatlık bir su ısıtıcısı saatte üç kilovat elektrik harcar.

Evinize yeni bir elektrikli cihaz aldığınızda cihazın kapağını açmadan önce elektrik kaçağı olabileceğini göz ardı etmeyin. Yeni aldığınız cihaza elinizin üstüyle dokunarak sağlıklı bir test yapın. Yeni bir cihaza kaçak testi yamadan avucuyla tutan birçok insan elektrik çarpmasıyla yaşamlarını yitirmişlerdir. Bir buzdolabının veya her hangi bir elektrikli cihazın kapağını açmak için tuttuğunuzda kasılma yüzünden kapağa yapışıp kalırsınız. Bu da ölüme davetiye olur. Eğer ilk olarak elinizin tersiyle dokunursanız eliniz refleks olarak geri çekilecektir. Bir de şu bilgiyi aklınızdan çıkarmayın. Elektrikte ölüme neden olan ne vat ve ne de voltajdır. Ölüme neden olan tek şey kalbin üzerinden geçen atmış beş mili amperdir. Yani bir amperin binde atmış beşi. Arabalarda motorun çalışmasını sağlayan bujilerdeki ateşleme voltajı on bin volt olmasına rağmen öldürmez. Zira amperi çok düşüktür.

Ben yıllarca televizyon tamirciliği yapmıştım. Defalarca on sekiz, yirmi bin voltla çarpıldım ama ölmedim. Zira tüpteki görüntüyü sağlayan o yirmi bin volttaki akım, yani amper çok düşüktür. Bu nedenle ölüme neden olmaz. Bu konuda dikkat edilmesi gereken elektrikle ilgili bir iş yaparken kesinlikle sol elin kullanılmamasıdır. Ayakkabılar suni kösele veya lastik olmalıdır.  Tabanı kösele olan ayakkabılar ölüme neden olabilir.

Evimizde veya işyerimizde kullanacağımız cihazları iyi tanımamız gerekir. Elektrik tesisatımızda kullanılmış olan kablolar kullanacağımız cihazların yükünü taşır mı? Taşıyamazsa hatlar aşırı ısınır ve yangına neden olabilir. Özellikle banyolarda ve mutfaklarda kullanılan ani ısıtmalı cihazlarda çok dikkatli olmak gerekir. Eğer bu tür cihazlar kullanacak olursanız evdeki veya işyerinizdeki tesisatı devre dışı bırakarak özel çekilecek bir hatta bağlattırmanız gerekir. Zira o ısıtıcılar üçüncü kademede yedi bin vat çekerler. Bu da cihazın otuz iki amper çektiğini gösterir. Ani su ısıtan bir cihaz aldığınızda onu mutlaka uzman olan bir elektrikçiye taktırın.

Uzman diyorum. Zira yanlış yapılan bir uygulama felakete bile neden olabilir. Foça’da ünlü bir yazarımız ile komşuyduk. Çok sık birbirimizi ziyarete giderdik. Yine böyle bir gündü. Eşi avizeli bir tavan vantilatörü satın almış ve bir elektrikçi çağırmış tavana taktıracaklar. Takmaya gelen de on dört, on beş yaşlarında bir çocuktu. Her ne kadar bir dubelin otuz beş kilo ağırlığı taşıdığı kabul ediliyorsa da dönen bir cihaz için bu kıstas geçerli değildir. Dubelle tavana asılan bu cihaz dubelden kurtulduğu an kanatlarıyla yaralanmalara, hatta ölüme bile neden olabilirdi. Bu vantilatör burada iyi olmaz taktırmayın diyerek çocuğa ustana taktırmaktan vazgeçtiler dersin dedik ve gönderdik. Daha sonra tavandaki hasır demirlerden birine bağlayarak sorunsuz bir şekilde çalışmasını sağladım. Konuyu özetlersek elektrikle oyun olmaz. Çok dikkatli olmak gerekir.

Özcan Nevres   ozcan.nevres @gmail.com

Konu Bedelli Olunca

Konu Bedelli Olunca

Gündemdeki en önemli konu bedelli askerlik konusunda fırtınalar koparılıyor. Kimi bedelliyi savunurken kimisi de mademki askerliğin bedeli on sekiz bin lira, askerlik yapanlara da devlet on sekiz bin lira bedel ödesin diyorlar. Önce şu sözü beynimize kazıyalım. Vatan uğrunda ölünüyorsa vatandır. Bunu kanıtlamak için geçmişe bir göz atalım. Alman orduları ünlü majuna hatlarını yıkıp Fransa’ya girdiklerinde, Fransa’nın paralı askerleri lejyonerlerin ilk yaptıkları tabanlarını yağlamak olmuştu. Zira Fransa onların vatanı değildi. Uğruna ölmeye değmezdi. Fransa’nın işgali kısa zamanda gerçekleşti. İşgal sonrası sokakların hakimi Alman askerleriydi. Kadınlara tecavüz meşru haklarıydı. Güzel bir Fransız kadını bir gün tecavüzün başına geleceği korkusuyla yaşadığı için on beş yaşındaki kızını tavan arasında hazırladığı bir yerde saklanmasını sağlamıştı. Alman askerlerinin o güzel kadını keşfetmesi için fazla bir zamana gerek kalmamıştı. Eve girip kadına silah zoruyla tecavüz ettiler. O askerler kadının sürekli tecavüzcüsü olmuştu. Zamanla kadın bu tecavüzlere alışmış ve olağan karşılamaya başladığı gibi tecavüzden zevk alır olmuştu. Artık onların yaptıkları tecavüz değil, normal bir ilişkiydi. İlişki sırasında kadının çıkardığı zevk sesleri tavan arasındaki kızını da tahrik eder olmuştu. Genç kız daha fazla dayanamayarak tavan arasından çıkıp aşağı inmiş ve askerlere ben de varım deyip ilişkiye ortak olmuştu. Değerli okuyucularım, Almanların işgal ordusu Fransa’dan çekildikten sonra Fransa için en büyük sorunun ne olduğunu bilir misiniz? Babasız doğan çocuklar. Vatan savunmasını, vatanı için ölmeyi göze alamayanlara bırakırlarsa sonuç işte böyle olur. Namusuna canından çok değer veren Türk milleti için bu yüzden vatan namustur. Vatanı için seve, seve canlarını verirler. Bedelli askerlik yozlaşmanın temel taşıdır. Kim ne derse desin, savunulacak bir tarafı yoktur.

Sayın Devlet Bahçeli’nin eğitimde geldiğimiz son noktayı değerlendirmelerini acı duyarak izliyorum. Sayın Bahçeli bu duruma gelmemizde sizin çok büyük bir katkınız yok mu? Siz değil miydiniz alacağınız üç beş oy için türbanı savunan? Ülkemizin insanlarını çağ dışı bir görüşe sürüklemeye başlamanın ilk adımı türban değil miydi? Atatürk devrimlerini hazmedemeyen yobazlar birçok koldan saldırıya geçtiler. Çoğu kız çocukları okutulmamalıdır diyorlar. İşin en komik yanı ise bunu söyleyenler eşlerini ve kızlarını hastaneye götürdüklerinde sağlık kontrollerinin bayan doktorlar tarafından yapılmasını istemeleri. Peki, kız çocukları okutulmayacak olursa bu yobazlar bayan doktoru nereden bulacaklarını düşüne biliyorlar mı?  Nedense bu yobaz takımı kadının üretken olması gerektiğini kabullenemiyorlar. Kadını kullanacakları bir eşya gibi görüyorlar. Kadın üretkendir. Daha fazlası kadın en büyük öğretmendir. Yaşam koşullarını ilk olarak annemizden öğrenmiyor muyuz? Bunu bile, bile kadınları dışlamak istemeleri akıl alacak bir aptallık değilse nedir? Eli öpülecek analar sözü boşuna söylenmemiştir.

Son günlerde gündemdeki önemli konuların en başında nükleer ve termik santraller ile katı atık depolama tesisleri bulunmaktadır. Öncelikle katı atık tesislerini konu etmek istiyorum. Katı atık tesisleri çevremizin kirlenmesinde en büyük etkendir. Yer altı sularını kirletmekte en büyük etkendir. Katı atıkları depolamak çözüm değildir. Katı atıkların çöp fabrikalarında öğütülerek işlenmesi ve ekonomiye doğal gübre olarak kazandırılması gerekir. Bunun için bu günkü çöp toplama sistemi tamamen terk edilmelidir. Çöpler evlerde ve iş yerlerinde ayrıştırılmalıdır. Zira çöp fabrikalarında yapılan ayrıştırma yalnızca demirler için geçerlidir. Tutye, sarı, alüminyum ve benzeri metaller ve plastik ürünleri ayrıştırılamamaktadır. Üstelik bu maddeler toprağa karıştığında yüzlerce yıl varlıklarını sürdürmektedirler. Katı atıkların gübre olarak ekonomiye kazandırılması için çöplerin evlerde ve iş yerlerinde ayrıştırılmaları gereklidir. Katı atıklar gübre olarak değerlendirildiğinde depolama sorunu da ortadan kalkar. Daha temiz bir çevreye sahip oluruz.

Özcan Nevres     ozcan.nevres@gmail.com

Bu Çorbanın Ne Tadı Var Ne Tuzu

Bu Çorbanın Ne Tadı Var Ne de Tuzu

Seçim günü yaklaştıkça her şey çorbaya dönüştü. Önümüzdeki günlerde neler göreceğimizi anlamak olası değil. Bir bakıyorsunuz gündeme bedelli askerlik oturmuş. Bir başka gün kırk bin günahsız insanın katili Abdullah Öcalan gündeme oturmuş oluyor. Kısa bir süre de olsa Sayın Emine Ülker Tarhan’ın CHP den istifa edip Anadolu partisini kurması gündemi meşgul etmişti. Önce askerlik konusunu ele alalım. Dedem Nevres Cafer Ağa tam on iki yıl cepheden cepheye sürülmüş, on iki yıl ölüm ile kucak kucağa yaşamıştı. Kendisini her ziyarete gittiğimizde uzun, uzun askerlik anılarını anlatırdı. Hele bir anısı vardı ki o anısı yaşamının en önemli anısıydı. Sarıkamış bozgunundan sonra terhis edilmişler ve eve dön komutu almışlardı. Dönüş yolunda bize kimse yiyecek vermiyordu. Ot yiyerek yaşama tutunmaya çalışıyorduk. Ayağımdaki postalların üstü vardı ama tabanı yoktu. Çıplak ayakla buzların üzerinde yürüyordum.  Arkadaşlarımla başıboş bir at yakaladık. Atı hemen kestik. Bir ateş yaktık. Hiç birimizde pişmesini bekleyecek sabır yoktu. Yarı pişmiş olarak eti yerken biri geldi. O yediğiniz etin benim komutanımın atının eti olduğunu biliyorum. Eğer bana da bir parça et vermezseniz komutanıma söylerim dedi. Ona da bir parça et verdik. Ben arkadaşlarımdan çok daha acardım. Atın derisinin an kalın yerinden kocaman bir parça kestim. İkiye bölüp ayaklarıma sardım. Bu sayede ayaklarımın ısınmasını sağladım diye anlatırdı. Oysa onun katılmadığı hiçbir savaş cephesi yoktu. Buna rağmen onun en değer verdiği anısı bu geriye dönüş anısıydı. Yaşı ilerlediği için ordudan kesin olarak terhis edilmişti. Bunca çektiği çileye rağmen adeta savaşmaya doymamış bir hali vardı. Kıbrıs savaşında doksan yaşındaydı. Israrla beni askerlik şubesine götürün. Beni Kıbrıs’a savaşmam için götürsünler diyordu. Dede senin gözlerin görmüyor, nasıl savaşacaksın diye sorduğumda yarım yamalak Türkçesi ile olsun more derdi. Gözüm görmese de karamboldan iki Yunanlıyı öldüremem mi derdi? Ya seni öldürürlerse dediğimde ise, olsun more, canım vatanıma feda olsun derdi. Onun ailesi o askerliğini yaparken, cepheden cepheye koşarken, Girit’ten kaçarak Menemen’e yerleşmek zorunda kalmışlardı.  O vatansız kalmanın acısını çok iyi bildiği için vatanına canını feda etmeye her zaman hazırdı. Kıbrıs zaferi ona yaşamının en mutlu günlerini yaşatmıştı. Babam da askerliğini Siirt’te yapmıştı. O da askerlik görevini yaparken çok sıkıntılar çekmişti. Su bulamazdık. At ayaklarının açtığı çukurlarda biriken suyu içmek zorunda kalırdık. Yöre halkı o suları içmememiz ve susuz kalmamız için içine her türlü pisliği atarlardı diye anlatırdı. Bana gelince ben de günü gününe tam yirmi dört ay askerlik yaptım. Bizim askerliğimizi yaptığımız günlerde bırakınız çavuşu onbaşıyı, bizden on beş gün önce birliğine katılmış olanlar bile usta er sayıldığından istediklerine kıyasıya dayak atarlardı. Gerçi ben bir hafta askerlik eğitimi gördüm. Ülke genelinde seçilmiş atmış kişi olduğumuzdan elektrik ve elektronik teknisyeni yetiştirilmek üzere dershanelere alınmıştık. Dört aylık eğitimin devamında astsubay eğitim taburuna alındık. Bir karış kalınlığındaki pamuk yatakları ilk olarak orada gördük. Dört ay sonra da dağıtıma tabi tutulduk. Sekiz aylık süreden sonra askerlik görevim İstanbul’da devam etti. Askerliğimin son sekiz aylık dönemini ise Birinci Ordu Muhabere Komutanlığında genel evrak müdürü olarak tamamladım. Acemilik döneminde çektiğimiz sıkıntılara rağmen askerlik yaşamımdan her zaman gurur duyuyorum. Beki de şu bedelli askerlik olayına o nedenle gıcık oluyorum. Kanımca paralı askerlik çok kötü bir ayırımcılık ve haksızlıktır. Her vatan evladı seve, seve askerlik görevini yapmalıdır.

Gündemde bedelli askerliğin pabucunu dama atacak çok önemli bir oluşum var. Görünen o ki yöneticilerimiz kırk bin kişinin katili Apo’yu salıvermenin formülünü oluşturmaya çalışıyorlar. Bu formül tutar mı? Bu vatanseverlerin tepkisine bağlıdır. Vatanseverlerin gösterecekleri tepki ağır basarsa ülke karışır. Çok huzursuz günler yaşarız. Hükümet geri adım atmazsa neler olacağını şimdiden kestirmek olası değil.

Hatice Ülker Tarhan’ın özellikle fanatik CHP lilerden tepki alması sürüyor. Fanatiklere göre Sayın Tarhan AKP nin ekmeğine yağ sürmüştür. Oysa anketler öyle söylemiyor. Bana göre ise Sayın Tarhan yapması gerekeni yapmıştır. Tek oy alamaz diyenler geçmişe bir göz atsınlar. Cumhurbaşkanımız AKP yi kurduğunda Erbakancılar da ayni şeyleri söylüyorlardı. Tek oy alamaz dedikleri AKP ilk girdiği seçimde iktidar oldu. Hani derler ya Karaman’ın koyunu, sonra çıkar oyunu. Bakalım zaman bize neyi gösterecek?

Özcan Nevres      ozcan.nevres@gmail.com

Yeni Partiler

Yeni Partiler

Seçime sekiz ay kala mantar gibi yeni partiler türemeye başladılar. Kanımca yeni kurulan partiler içinde barajı aşabilecek, belki de çok büyük sürpriz yapacak olan parti, Sayın Emine Ülker Tarhan’ın kurduğu Anadolu partisidir. Görebildiğim kadarıyla Anadolu partisi çok hızlı bir gelişmenin içinde bulunuyor. Bu hızlı gelişme de bazı çevreleri korkutuyor. Bu yüzden Anadolu partisinin önünü kesmek için önüne gelen parti kuruyor. Gelişme şansı olmayan partileri kuranların bir amacı da diğer küçük partilerle anlaşma yaparak kendilerini birinci sıraya koydurarak yeniden seçilmeyi hedeflemiş olabilirler. Ne yaparlarsa yapsınlar. Giritli ayakkabıcı Ali Ustanın kızının önünü kesemeyecekler. Zira Emine Ülker Tarhan tam bir halk çocuğudur. Halkın nabzını tutmasını iyi bilir. Anadolu partisinin CHP yi bölmek için kurulduğunu iddia edenler bu partinin yüzde bir oy alamayacağını iddia ederek kendilerini kandırmaktadırlar. O kişiler bilmezler mi Sayın Recep Tayyip Erdoğan AKP yi kurduğunda ona da şans tanımamışlardı. O denli büyük bir sürpriz yapacağını kimse tahmin edememişti. Üstelik bu partinin kurucusu yasaklıydı. Partisinin başına geçmesini de CHP nin lideri Sayın Deniz Baykal sağlamıştı. Bu desteğin nedeni Sayın Baykal’ın demokrasi aşkı mıydı? Yoksa Sayın Arınç ile teyze çocukları olmaları mı etkili olmuştu? Bilemeyiz. Genelde Sayın Emine Ülker Tarhan için CHP lilere ait pek de geçerli olmayan bir iddia var. Emine Ülker Tarhan CHP yi seçim arifesinde zayıf düşürmek için CHP den istifa etmiş. Bu davranışıyla da AKP ye hizmet etmiş olacakmış. Atatürk’ün kurduğu CHP birkaç kişinin istifasıyla zayıflıyorsa vay o partinin haline. CHP nin içine düşmüş olduğu durumu kimsenin üzerine yıkmasınlar. CHP Atatürk’ün döneminde kurulan dev fabrikalar özelleştirme adına yok pahasına satılırken neredeydi? Bu konuda her hangi bir itirazı oldu mu? CHP nin altı oklu umdelerden biri devletçiliktir. Devletçiliğe neden sahip çıkmadı? Gelişmekte olan ülkelerde ekonominin lokomotifi devlettir. Yeterli sermaye birikimi olmayan ülkelerde sanayi ve kalkınma yatırımları karma ekonomiyle yani devletin ortaklığıyla yapılarak başarıya ulaşılır. Ne yazık ki ne eski ve ne de yeni kurulan partilerin hiç birinden bu konuda ses çıkmıyor. Hiç biri iktidar olduğumuzda devletçiliği uygulayacağız dev fabrikalar kuracağız demedikleri gibi toprak reformundan da söz edenler yok.

Yakın bir zamana kadar tüm başarısızlıklarına rağmen yine de umudumuz CHP diyorduk. Sayın Muharrem İnce’nin çıkışıyla az da olsa umudumuz güçlenmişti. Yeni delege seçimleri yapılmadan CHP genel başkanlığına aday olması bu umudumuzu yitirmemize neden olmuştu. Zira eski delegelerin oylarıyla seçim kazanması olası değildi. Onu harcayacaklar diye yazdığımda çok haklıydım. Yenik duruma düştüğü için de çok üzülmüştüm. Ta ki mecliste türbanlı milletvekili de olmalıdır sözünü söyleyinceye kadar. Bu sözleriyle CHP nin devrimcilik ilkesine ters düştüğü için onu gönlümüzden çıkarıp attık. Sayın Muharrem İnce’nin başlattığı tezatlar hızla devam ediyor. Altı bin zeytin ağacının kesilmesi nedeniyle kıyameti koparan çevrecilerin umudu CHP nin, Yalova belediyesinin bir üst geçit yapmak amacıyla kestirdiği ağaçlar, hem de yıllanmış ulu ağaçlar çevrecilerin yaralarına tuz basmış oldu. Sayın belediye başkanına sormak gerekir. Öyle bir geçit yapmak için üst geçit yapmak zorunlu muydu? Alt geçit yapamaz mıydınız? Alt geçit yapmış olsaydınız ağaç katliamının zülünü CHP ye mal etmiş olmazdınız. CHP ye bu da yetmedi. Bir CHP li milletvekili Ermeni soykırımı için özür dilemek gerekir demez mi? Hangi soykırımı sayın vekil? Şimdiye kadar açılan toplu mezarlardan hep Türk’lere ait kemikler bulunmadı mı? CHP yi zayıflatacak olan ve bu yüzden AKP nin ekmeğine yağ sürecek olan CHP den istifa eden milletvekilleri değil, sizin tutarsızlıklarınızdır.

Özcan Nevres     ozcan.nevres@gmail.com

Heder Olan Tarım Alanları

Heder Olan Tarım Alanları

Değerli okuyucularım. Öncelikle bir santim tarım toprağının elli yılda oluştuğunu belirtmeliyim. Tarım toprağının en az yirmi santim olması gerekir. Bundan da anlaşılacağı gibi yirmi santim tarım toprağının oluşması için en az bin yıl gerekmektedir. Otuz santim tarım toprağının oluşması için ise bin beş yüz yıl gerekmektedir. Bundan da anlaşılacağı gibi tarım topraklarının gözümüz gibi korunması gerekmektedir. Oysa yıllardan beri sanayi kalkınması adına en verimli tarım alanları yok ediliyor. On beş gün önce işim nedeniyle İzmir’e giderken yol boyunca sanayi adına talan edilen arazileri içim sızlayarak izledim. Tarıma elverişsiz araziler bomboş dururken en verimli tarım alanlarında sanayi tesislerinin kurulması ve bu alanların milyonlarca dekar olması anlaşılacak bir durum değildir.

Bir zamanlar ekonominin lokomotifi inşaat sektörüdür dediler. En güzel sahillerimizi beton yığınları ile doldurdular. Hiç kimse bir veya bir buçuk aylık yaz saltanatı uğruna yapılan bu beton yığınları için ölü yatırım demedi. Aksine uzun vadeli kredilerle betonlaşmayı teşvik ettiler. Ulaşımdaki maliyetin artması yüzünden de bu beton yığını villalar ve daireler bomboş durmaktadır. Eğer bir konut kullanılmıyorsa o konutlar harap olmaya mahkûmdur. Harap olmaması için yapılması gereken bakımlar ise sahipleri için çok önemli ölü yatırımdır.

Geçmişte kendi kendine yeten dünyanın yedi ülkesinden biriydik. Günümüzde ise tarım ürünlerini ithal eden ülke durumuna düşürüldük. Tarım alanlarının bilinçsizce heder edilmeleri ve plansız üretim yüzünden tarımda hak etmediğimiz kadar geriledik. Ülkemizdeki plansız ve devlet desteğinden yoksun olan tarım yüzünden üreticiler bırakınız para kazanmayı, çoğunlukla üretim sezonunu zararla kapatmaktadırlar. Ülkemizin tarımcıları bol suya ve verimli topraklara sahip olmalarına rağmen para kazanamıyorlar. Oysa verimsiz kumlara strofer granülleri karıştırarak kumlara su tutma özelliği sağlayan İsrailliler üç yüz metre derinden sağladıkları su ile tarım yapmakta ve çok iyi de para kazanmaktadırlar. Para kazanmalarının nedeni ise tarımı planlı ve programlı bir şekilde yapmalarından kaynaklanmaktadır. İsrailli tarımcı İsrail devletinin yaptığı programa göre üretim yapmaktadır. Allahım sen rast getir felsefesiyle değil. İsrailli üretici ürününü değerinde satabilmesi için arazisine hangi ürünü ne kadar alana dikeceğini bilir. Ürettiklerine de devletinin Pazar bulacağını bilir. Ürettikleri kesinlikle elinde kalmaz. Bizde hangi üreticinin böyle bir garantisi var.

Üretimde arz ve talep geçerlidir. Arz çok talep az ise ürün fiyatı düşer. Arz az talep çoksa ürün fiyatı artar. Bu yıl olağan üstü bir üretim sezonu yaşadık. İklim değişikliği yüzünden meyvelerde ve sebzelerde verim çok düşük oldu. Geçen yıl on lira olan kuru kayısı bu yıl kırk liradan alıcı beklemektedir. Cevizde de, bademde de durum aynı. Kendimden bir örnek vereyim. Geçtiğimiz yıl arka bahçemdeki genç kira ve vişne ağaçlarından doya, doya olmasa da iyi kötü meyvelerinden yemiştik. Bu yıl ise koskoca kiraz ağacından on, on beş tane kiraz, vişne ağacından da elli atmış kadar vişne yiyebildik. Komşu bahçelerindeki meyve ağaçlarında da durum aynı. Küresel ısınmanın neden olduğu bu durum yüzünden ileriki yıllarda meyve yiyemeyecek duruma düşecek olursak hiç şaşırmam. Bu yılki meyve fiyatlarının çok yüksek olması iki nedenden kaynaklanmaktadır. Birincisi üretimin azlığı ikincisi ise nakliye ücretlerinin çok yüksek olmasıdır. Menemen’e gittiğimde Emirâlem mahallesindeki sebze haline de gittim. Bir kasa kakaolu cennet elması ile bir kasa da kadınarı aldım. Kakaolu cennet elması çok az bulunan bir meyvedir. İstanbul’da çok nadir bulunur. Bulunsa da altı liradan aşağı bulunamaz. Ben halden yüz elli kuruştan aldım. Kadınarını da bir liradan aldım. Kadınarını İstanbul’da bulmak ise olası değildir. Emirâlem’in ünlü çekirdeksiz narını bulmak ise Emirâlem’de dahi bulmak olası değil.

Emirâlem halinde kakaolu cennet elması bir buçuk lira olduğu halde İstanbul’da altı lira olması düşündürücüdür. Klasik cennet elması (Trabzon hurması) ise halde bir lira idi. Alışveriş merkezlerinde ise dört liradır. Bu fiyatlara satıcıların aşırı kazanç hırsı ve nakliye giderleri neden olmaktadır.

Özcan Nevres     ozcan.nevres@gmail.com

İnönü’ye Saldırılar

İnönü’ye Saldırılar

Dersim isyanı gündeme taşındığından beri Kurtuluş Savaşı Destanının ikinci adamı İsmet İnönü’ye yoğun karalama hareketleri başladı. Güya Dersim isyanında çok kan dökülmesine Kürt İsmet neden olmuş. Irkçılık yapmayı sevmem ama ırk hakaret olarak kullanılıyorsa kullananı elbet de eleştiririm. İsmet İnönü’nün babası Kürümoğulları aşiretinden olduğu için Kürt kökenli sanılmaktadır. Oysa Kürümoğulları saf kan Türk’tür. Can Dündar’ın Erdal İnönü ile yaptığı bir söyleşide Can Dündar’ın siz Kürt kökenli misiniz diye sorduğunda atalarımız Kürümoğulları aşiretinden gelmektedir. Atalarım Kürt olmadığımızı söylüyorlardı diye yanıtlamıştı. Kaldı ki Kürt kökenli olsaydı ne değişecekti? Onun kahramanlığına, devlet adamlığına gölge mi düşürecekti?

Dersim isyanında dökülen kanların sorumluluğunu İsmet İnönü’ye yüklemeye çalışmaktadırlar. Bu suçlamaları dile getirenler binlerce Mehmetçiğimizin pusuya düşürülerek nasıl şehit edildiklerinden hiç söz etmemektedirler. Binlerce askerimiz dağ adamlarıyla savaşmak için yetiştirilmediklerinden kolayca dağ adamların kurdukları pusulara düşmüşlerdir. Sabiha Gökçen emrindeki hava kuvvetlerimizin şer yuvalarını bombalamasını eleştiriyorlar. Devlet ne yapacaktı? Bu şer yuvalarına teslim mi olacaktı? Askerlerine kurşun sıkanlara gül, karanfil mi atacaktı?

Dersim isyanında dökülen kanlar için devletin özür dilemesini talep edenler önce o isyanın nedenini açıklasınlar. Dersim imparatorluk zamanında da baş belasıydı. Devlete ne asker ne de vergi vermek istemiyorlardı. Zaman, zaman komşu illere baskınlar yaparak soygunculuk yapıyorlardı. Cumhuriyet hükümeti ülke içinde bir çıbanbaşı olan Dersim işini halletmekte kararlıydı. Bu konuda Sinan Meydan’ın Dersim konulu yazısından kısa bir alıntı yapacağım. Genç cumhuriyetin Dersim’e yönelik operasyonunun nedeni Kürtleri yok etmek, soy kırımına uğratmak mıdır? Yoksa rejim karşıtı bölücü bir isyanı bastırmak mıdır?  Neden sadece Dersim olaylarının sonuçlarından söz edilirken olayların nedeninden hiç söz edilmemektedir? Şimdi gelin hep birlikte 1937-1938 yıllarında Dersim isyanını anlamaya çalışalım.

En kanıksanmış Cumhuriyet tarihi yalanlarından biri Atatürk ve İsmet İnönü liderliğindeki genç Cumhuriyetin 1937-1938 yıllarında Dersim’de Kürtleri katlettiği biçimindedir. Ülkemizde bu gün tarihçisinden gazetecisine, eğitimcisinden siyasetçisine kadar nerdeyse herkes, Türkiye Cumhuriyeti’nin Dersim’de bir kıyım ve katliam yaptığını peşinen kabul etmiş gibidir.

Bu yazarımız yazdıklarında ne kadar haklıdır. Osmanlıların son döneminde birçok Kürt isyanı olmuştur. Merkezi hükümeti tanımak istemeyen Dersim Kürtleri Cumhuriyet döneminde de İngilizlerin ve Fransızların kışkırtmalarıyla isyanları sürdürmüşlerdir. Hükümet Hatay ile ilgili yoğun bir mücadele verirken 1937-1938 yıllarındaki o büyük isyan bir rastlantı mıdır? Yoksa Hatay başarısını baltalamak için midir? Son günlerdeki Dersim isyanının tekrar gündeme gelmiş olması en çok Ermenilerin işine yarayacaktır. Ermeniler zaten Türklere uyguladıkları soykırımını Türklerin başına yıkmakta büyük başarı gösterdiler. Dersim’i yersiz olarak gündeme taşıyanlar sayesinde Ermeniler soy kırımı iddialarındaki başarılarını perçinlemiş olacaklardır.

Özcan Nevres    ozcan.nevres@gmail.com

Anadolu Partisi

Anadolu Partisi

Sayın Emine Ülker Tarhan’ın ve arkadaşlarının kurduğu Anadolu partisi hiç de sürpriz olmadı. Bu karar beklenen bir karardı. CHP den haklı nedenlerle kopan bu değerli insana en çok CHP kanadından olumsuz mesajlar verilmektedir. CHP dışındakilerde de bir kuşku hakim. Hani derler ya ummadığın taş baş yarar. Ya bu parti çok hızlı gelişip AKP nin tek başına iktidar olmasını engellerse? O zaman onlara bedava kömürleri ve makarnaları kim verecek? Oysa hangi parti iktidar olursa olsun bu sistemi sürdürmek zorundadır. Bu sistemin kaldırılması için ülkemizde büyük bir tarım ve sanayi hamlesinin yapılması zorunludur. İşsizliğin kökünü kazıyacak olan herkese iş olanağı sağlamaktan geçer. İşsizliğin yüzde on beş civarında olduğu bir ülkede hiçbir zaman kalkınmadan söz edilemez. Yıllardan beri uygulanmakta olan sıcak para ekonomisi artık kilitlenme durumuna gelmiştir. Bu yıl yüz atmış sekiz milyar dolar borç ödenmesi gerektiğini her okuyan insan çok iyi bilir. Sıcak para akışı durduğuna göre bu borç nasıl ödenecek? Bekleyip göreceğiz. Geçmişte Demokrat Parti döneminde de böyle bir süreç yaşamıştık. Miras yedi savrukluğuyla yönetilen ülkemizde CHP nin dolu olarak bıraktığı hazine dört senede boşaltılmış, dış itibar bozuk para gibi harcanmış, dış ülkelerde çalışmakta olan görevlilere bile maaşları ödenemez olmuştu. Fiyat artışlarının önü alınamaz olmuştu. Kilosu otuz beş kuruş olan fasulyenin fiyatı yedi buçuk liraya fırlayınca hükümet halkın milli kurutma kanunu dediği milli korunma kanununu çıkarmak zorunda kalmıştı. O yasa yüzünden binlerce küçük esnaf sattığı ürünü üç beş kuruş fazlasıyla sattığı, daha doğrusu satmak zorunda kaldığı için birkaç yıl ceza evlerinde yatmak zorunda kalmışlardı. Değerli okuyucularım. Marketlerdeki fiyatları geçen yılki fiyatlarla kıyaslayın. Ülke ekonomisinin nereye gittiğini anlarsınız. Emeklilerin, işçilerin maaşlarına yüzde altı civarında zam yapılırken, tükettiklerimizde zamların ardı arkası kesilmiyor.

***

Caddelerde araçların hızını kesmek için yükseltiler yapılmış. Kural tanımaz magandaların ceremesini minibüs sahipleri çekiyorlar. Park sorunu yüzünden genellikle çarşıya minibüs ile gider gelirim. Çarşı dönüşünde minibüsün sürücüsü aracına binmiş olan sürücü arkadaşıyla yükseltileri konuşmaya başladılar. Meğer minibüs sahipleri araçlarının yükseltilerden daha yumuşak geçmeleri için kendi paralarıyla aldıkları asfaltı yükseltilerin iki tarafına döküyorlarmış. Çoktandır o dökülen asfaltı görüyorum ama o asfaltı belediyenin döktüğünü zannediyordum. Böylece kaynağını öğrenmiş oldum. Yıllar önce Amerika üniversitelerinde öğretim üyesi olan kızım beni görmeye gelmişti. Ona arabam ile bir şehir turu yaptırdığımda yükseltiler dikkatini çekmişti. Bu yükseltiler araçların hızını kesmek için mi diye sorduğunda evet öyle demiştim. Hayret bir şey dedi. Benim ülkem halen kameraları keşfedememiş mi? Amerika’da haddine düşmüşse trafik kurallarını ihlal et. Hemen kameralar ihlali tespit eder ve ceza makbuzunu evinize gönderir demişti. Ben de yıllardan beri aynı şeyi söylemekteyim. Özellikle ana caddelere konulacak olan kameralar çok kısa zamanda kendilerini amorti ederler. Böylece trafik magandaların çanına ot tıkanmış olur. Tanık olduğum bir durumu da yazmadan edemeyeceğim. İsmetpaşa mahallesindeki yükseltiden yaşlı bir sürücü hızla geçerken sürücünün başı aracın tavanına çarptı. Sürücü çok korkuştu ki başparmağıyla damağını çekti. Peki, bu neden olmuştu? Bu yükseltilerin kolayca görülmesini sağlayacak şekilde boyanmamış olması belki de o adamın yaralanmasına veya kaza yapmasına neden olabilirdi. Böyle olayların yaşanmaması için o setler ya tamamen kaldırılmalı, ya da yüksekliği en az yarıya indirilmelidir. Üzerleri çarpıcı renkler ile boyanmalıdır.

Özcan Nevres     ozcan.nevres@gmail.com

Saksılarımızı Hazırlayalım

Saksılarımızı Hazırlayalım

Geçen hafta yirmi iki yıl önce çalınmış olan arabamın kaydını sildirmek üzere Foça Gencelli’ye doğru yola çıktım. Devlet çalınan arabamı bulmakta ne kadar çaresizse, hak etmediği vergiyi almakta o denli becerikli. Arabaların kaydının silinmesi için çok katı kurallar da koymuşlar. Çalınan arabam İzmir plakalı olduğu için İstanbul’dan işlem yapamıyorum, yapmıyorlar. Oysa işlem İstanbul’da yapılabilseydi, başıma gelenler gelmeyecekti. Aliağa birinci plaja sapan yolu yüz metre kadar geçmiştim ki birden şanzımandan gelen bir takırtı oldu ve şanzıman kilitlendi. Kardeşime telefon ettim. Eniştem bir arkadaşıyla geldi. Arabamı her hangi bir kazaya neden olmaması için kaldırıma çıkarıp bıraktık. Ertesi gün çekiciyle Aliağa Sanayi Bölgesine çektirdik. Şanzıman değiştirmenin bana maliyeti bin lira oldu.

İzmir Kemer’deki Araç Tescil Bürosuna gittiğimde kesenin ağzını açtım. Üç kâğıt için doksan sekiz lira, takipçiye de elli lira verdim. Takipçinin işlemlerinden sonra sıra numaramı alıp beklemeye başladım. İşlemlerde noter tasdikli takipçiyi bile kabul etmediklerinden bekleme faslı başladı. Saat dokuzda başlayan bekleme saat on altıda sona erdi. Görevli yarın gel, saat onda imzadan çıkacak olan evrakını al dedi. Ertesi gün dokuzda gittim. Saat onda imzadan çıkan evrakı veren memur bunu araçlar vergi dairesine götür dedi. Sıkıntılı bir minibüs yolculuğundan sonra evrakı ait olduğu bölümün görevlisine verdim. İki yüz doksan liralık ceremeyi ödedim. Birkaç getir götürden sonra görevli elime bir kâğıt tutuşturdu. Bunu araç trafik bürosuna götürüp imzalat ve ardından yine bana getir dedi. Çok gürültülü bir minibüsle geri döndüm. Evrakı görevli memura verdim. Sıra numarası al ve bekle dedi. Artık dayanacak halim kalmamıştı. Beyefendi ben yetmiş dokuz yaşındayım. Yine beni saatlerce bekletip düşüp bayılmamı mı izlemek istiyorsunuz dediğimde çok ilginç bir yanıt aldım. BANA NE. Müdürleri ile görüşmek için üst kata çıktığımda bir gün önce işlemlerimi yapan bayan memur, amca hayrola diye sorduğunda, başıma geleni anlattım. Siz verin onu bana dedi. Saat on üçte bana gel evrakını al dedi. İçimden demek halen böyle memurlar varmış diye geçirdim. Saat on üçte gidip evrakı aldım. Yine gürültülü bir yolculuktan sonra araç vergi bürosuna gidip evrakı verdim. Tamam dediler. Bu araba yüzünden üzerinizde iki haciz kararı vardı. Biz o kararları kaldırtacağız dedi. Evrakın bir fotokopisini istediğimde fotokopi vermiyoruz ama size vereyim dedi. Fotokopiyi aldığımda tüm işlemler bitmişti. Sadece Foça Gencelli’ye dönüş kalmıştı.

Trene Biçerova durağından biniyor ve dönüşte de aynı durakta iniyordum. Gidiş gelişlerde gözüm hep Biçerova’daydı. Henüz Menemen CHP de genç bir yöneticiyken bu ova bataklıktı. Yaptığımız yoğun başvurularla ovanın ortasından bir boşaltım (tahliye) kanalı açılmasını sağlayarak koca bir ovanın tarım yapılabilir bir duruma gelmesini sağlamıştık. Ovada Ege’nin en kaliteli domatesleri yetiştirilir olmuştu. Mevsiminde kamyonlar dolusu domates İzmir’e sevk ediliyordu. Kurutulan bataklıktan sonra Biçerova’daki ılıcaya yol yapılmış ve ılıcaya kolay ulaşılması sağlanmıştı.

Önce Eoly federalinin en büyük ve en zengin devleti Kyme’de gemi söküm tesisi kuruldu. Dünyanın önem verdiği tarihi kalıntıların üzerinde demir çelik fabrikaları kuruldu. Açtıkları artezyen kuyuları yüzünden ılıcanın suyu yok oldu. Sermaye doymak bilmiyordu. Yeni, yeni sanayi tesisleri kuruluyordu. O güzelim ova Horozgediği ve Çakmaklı ovaları ile birlikte tarım yapılamaz hale geldi. O bölgede kurulan sanayi tesislerinden dünyanın en verimli ve büyüğü olan Menemen ovası ölüm sinyalleri vermeye başladı. Üzüm bağları ve meyve ağaçları söküldü. Arazi sahipleri getirisi çok az olan pamuk tarımına yönelmek zorunda kaldılar. Trende yanımda oturan birine bu ova bir başka ülkede olsaydı böylesine sanayi tesisleri uğruna kıyarlar mıydı diye sorduğumda asla kıyamazlardı diye yanıt almıştım. Yol boyunca gördüğüm tüm verimli ovalar ve ovacıklar hep sanayiye kurban edilmişlerdi. Bu gidişle biraz yeşillik yiyebilmek için yiyeceklerimizi saksılarda yetiştirmek zorunda kalacağız. Şayet saksılara koyabileceğimiz toprağı bulabilirsek.

Özcan Nevres    ozcan.nevres@gmail.com

Zeytin Ağaçlarını Sökenlere

Zeytin Ağaçlarını sökenlere

Ey zeytin ağaçlarını sorumsuzca sökenler!!!! Siz bir zeytin ağacının kaç yılda yetiştiğini biliyor musunuz? Ağacın tam gelişmesi için en az yirmi beş, otuz yıl gerekmektedir. Bu da eğer dikecek bir yer bula bilirseniz ve bu sökülen ağaçların yerine altı bin fidan dikerseniz, dikenlere para kazandırması için en az yirmi, yirmi beş yıl gerekecektir. Zeytin ağacından kaliteli ürün alabilmek için fidanların sulak olmayan verimsiz arazilerde yetiştirilmesi gerekir. İşte zeytin ağacı yetiştirmenin zorluğu da buradadır. Zeytin fidanı üç yaşını doldurduktan sonra sulanması gerekmez. Üç yaşını doldurmuş olan zeytin fidanının kökleri çok derinlere gittiği için yaşamını sürdürmesi için gereken suyu kendisi bulur. Eskiden zeytin ağaçları delice zeytinlerinden yetiştirilirdi. Fidan gelişmeye başladığında aşılanarak meyvesi yenilecek duruma getirilirdi. Günümüzde ise normal zeytin ağaçlarından kesilen dallardan yetiştirilmektedir. Bu yüzden aşılamak gerekmemektedir. Ülkemizde zeytinciliği yerli Rumlar geliştirmişlerdir. Dikim için hazırladıkları araziye bağ çubuğu diktikten sonra aralarına zeytin fidanları dikerlerdi. Fidanı dikerlerken fidanın yanına çatlak bir testi veya çatlak bir küp gömüp içini su ile doldururlardı. Çatlaktan sızan su dikilen fidanın su gereksinimini yaz boyu karşılardı. Zeytinlerin arasına bağ dikmenin nedeni ise bağ üçüncü yılında ürün vermeye başlar. Beşinci yılda verim doruğa çıkar. Bağların ekonomik ömrü yirmi beş yıldır. Zeytinin verimliliği ise yirmi beş yılda başlar ve yaşamı binlerce yıl sürer. Zeytin ağacı verimli sürece girinceye kadar üretici üzüm geliriyle yaşamını sürdürürdü. Yeni tip bodur zeytincilikte ise dikilen fidan üçüncü yılda ürün vermeye başlar. İyi kötü bakım masraflarını kendisi karşılamış olur. Yıllar geçtikçe her yıl verimini arttırarak on, on beş yılda verimde doruğa ulaşır. Anlaşılacağı gibi hiçbir nedenle zeytin ağaçları kıyıma uğratılmamalıdır.

***

Silivrililer ve Beykentlilere kötü bir haber var. Bir milyon Suriyeli sığınmacı ya Silivri’ye ya da Beykent’e yerleştirilecekler. Bu hesaba göre kötü şans hangisine vurursa orada yaşayanların yaşamlarını karartacaklar. Hırsızlık onlarda, cinayet işlemek onlarda, dilencilik yine onlarda. Bu insanlar ister Silivri’ye ister Beykent’e yerleştirilsinler. Bu insanlar geçimlerini ne ile sağlayacaklar? Ellerinden ne iş gelir? İzlenimlere göre bu insanlar çalışmaktansa dilenmeyi yeğliyorlar. O halde yerleştirildikleri yerlerde ne yapacaklar? Dilencilik mi, hırsızlık mı? Bir de bu insanlara birer de konut verecekler. Yani paraşüt ile indirilen evlere sahip olacaklar. (Paraşüt ile indirme çalışmadan, hak edilmeden elde edilen kazançtır) Ülkemizin insanları beşikten mezara kadar tüm yaşamında devlete vergi öderler. Buna rağmen yoksullar için başlarını sokacakları bir eve sahip olmaları için kimse kılını dahi kıpırdatmaz. Bu ülkemiz insanlarına yapılan bir haksızlık değilse nedir?

Her ne kadar Silivri’de doğup büyümüş biri olmasam da yaklaşık on beş yıldan beri bu bölgede yaşıyorum. İki buçuk yılı Büyükçekmece’de geçmiştir. Kalanı ise Silivri’de geçmiştir. Torunum Can Nevres Mektebim Fen Lisesinde daha iki yıl okuyacağından istesek de Silivri’den Ayrılmamız olası değil. Bu yüzden her Silivrili gibi biz de Suriyelilerin Silivri’ye yerleştirilmelerine karşıyız. İki yıl sonra Silivri’den ayrılmış olsak bile Silivrililere bu desteğimiz devam edecektir.

Özcan Nevres   ozcan.nevres@gmail.com

Emine Ülker Tarhan’ın İstifası Üzerine

Emine Ülker Tarhan’ın İstifası Üzerine

Ben Menemen’de 1958 den 1966 ya kadar üç yıl gençlik kolu olmak üzere sekiz yıl ilçe yöneticiliği yaptım. İki yıl da Halkçı parti ilçe başkanlığı. Baykal’ın CHP yi barajın altında bıraktırdığı seçim öncesinde CHP ye oy vermeme kampanyası başlatılmıştı. O yıl tek kişi de kalsam oyumu CHP ye vereceğim demiştim. Hezimetten sonra Baykal’ın bir daha dönmemek üzere gideceğini ummuştum. Bu sayede Atatürk ilkelerini benimsemiş genç bir kadronun geleceğini bu sayede CHP nin iktidara yöneleceğini ummuştum ama olmadı. Baykal geri dönünce tüm umutlarım yıkıldı ve CHP den istifa ettim. Sayın Tarhan’a saldıranlar o günden bu yana CHP de ne değiştiğini bana anlata bilirler mi? Bu günkü CHP Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün CHP si mi? O günden bu yana en ehveni şer gördüğüm CHP ye kerhen de olsa oy vermeyi sürdürdüm ama yetti artık. CHP bu kafa ile asla iktidar olamaz. Sağ partilerin ardından nal toplamaya devam eder. Ecevit CHP yi iktidar yaptığında hiç dincilere taviz verdi mi? Vermedi. Kooperatifçilikle sanayi yatırımcılığıyla, köy kentler ile kalkınmayı gerçekleştireceğini söyleyerek o günkü başarıya ulaştı. Günümüzde CHP den bu tür söylemler duyan var mı? Liderlerin birbirlerine hakaretleri siyaset değildir. Bir partinin başarıya ulaşa bilmesi için seçmene sunacağı bir programı olması gerekir. Bunu yapamadığı takdirde asla inandırıcı olmaz, olamaz.

Seçime sekiz ay kaldı. Belki de çok daha az kaldı. Ekonomideki kötü gidiş yüzünden belirlenmiş olan tarih çok daha öne alına bilir. Peki, bu durumda CHP ne yapıyor? CHP iç sorunları ile uğraşmaktan başka bir şey yapmıyor. Sayın Emine Ülker Tarhan’ın istifası bile CHP yi bu aymazlıktan kurtarabileceğine benzemiyor. AKP ise seçmenleri cezp edecek bazı atılımlara hazırlanıyor. Önümüzdeki birkaç ay içinde İstanbul kanalı projesi ihaleye çıkarılırsa hiç şaşmam. Değerli okurlarım bu çılgın projeyi en çok kimler destekleyecek dersiniz? Cebi dolu, parasının hesabını bilmeyen zenginler mi? Zenginlerimiz kanal güzergâhındaki arazilerin yandaşlar tarafından çoktan paylaşıldığını bilirler. Bu nedenle bu çılgın proje onları ilgilendirmez. Bu proje en çok ayağında delik ayakkabısından başka ayakkabısı olmayanları çok daha fazla etkileyecektir. Atalarımız boşuna dememişler zenginin parası züğürdün çenesini yorar diye. O fakirler sanki o kanalın çevresinde köşkler, villalar yaptıracaklarmış gibi. Bu çılgın projenin bana ne getireceğini düşünmezler bile. Bu yüzden oylarını analarının ak sütü gibi helal ederek AKP ye vereceklerdir. İşsizlik yüzde on üçe çıkmış. İnsanlar iş bulamadıkları için çöp bidonlarından ekmek parası kazanmaya çalışıyor olmaları onların umurunda mı?

Günümüzde CHP üzerinden hesaplar yapılıyor. CHP parçalanacak mı? Sayın Emine Ülker Tarhan’ın istifası bireysel mi olacak? Yoksa peşinden başka gidenler olacak mı? Görünen köy kılavuz istemez. Başta Süheyl Batum olmak üzere daha bir çok CHP milletvekili istifa edeceklerinin sinyalini veriyor. Geçmişte CHP birkaç kez bölünmüştü. Bu bölünmeler ne bölenlere yaradı, ne de CHP ye yaradı. Bu kopmalar bile CHP yi halkın partisi durumuna gelmesine yetmedi. Geçmişte koalisyon ortağı olarak iktidar olan CHP İsmet İnönü  başkanlığında hükümeti kurmuştu. İlk yaptıkları beş yıllık planlı kalkınma dönemini başlatmak olmuştu. Plansız ekonominin çıkarlarından yararlananlar beş yıllık kalkınma planlarına şiddetle karşı çıktılar. Adalet Partisinin genel  başkanlığına seçilen Süleyman Demirel yoksulluk edebiyatı yaparak meydanlara inmişti. Bize plan değil, pilav gerekiyor sözünü diline pelesenk etmişti. Seçmen de pilav ile karnının doyacağını ümit ederek ilk seçimde Adalet partisini iktidara taşımıştı. Planlı kalkınma dönemini kapattırmayı başaran Süleyman Demirel hiçbir şey veremediği halkı GAP projesiyle aldatmayı başarmıştı. Bin dokuz yüz seksene doğru ekonomi iflas etmiş, Dış ülkelerdeki çalışanlara döviz yokluğu yüzünden maaşları dahi ödenemez olmuştu. O yıllarda Demirel’in şu sözleri tarihe mal olmuştur. Benzin vardı da biz mi içtik? Bana kimse sağcılar cinayet işliyor dedirtemez sözleri ile teröristleri yüreklendirmişti. Bu kötü gidişi daha da kötüleştirecek olan on iki eylül darbesi son noktayı koymuştu.

Özcan Nevres        ozcan.nevres@gmail.com

Ekonomimiz Neden Bu kadar Kötü

Ekonomimiz Neden Bu Kadar Kötü

Buna tek bir cümle ile yanıt verile bilir. Geçerli bir üretim planımız olmadığından. Bin dokuz yüz seksen dört yılında Datça’nın Reşadiye mahallesindeki kahvehanede arkadaşlarla taş konken oynamaktaydık. Bir hareketlilik oldu. Meğer Muğla Valisi gelmiş. Biz oyunumuza devam ederken Muğla’dan tanıdığım, hem de çok iyi tanıdığım motor sıkletime çarpan bir çocuğun babasını beni mahkemeye vermesi için teşvik eden, bu konuda yalancı şahitlik yapmaya hazır olduğunu söyleyen bir din hocası içeri girdi. Kazada ben haklı olduğum halde, çocuğun babası suç bizde, çocuğu elimizde tutamadık dediği halde, o komünistir. Elimize fırsat geçti. Ona ağır bir ceza verdirelim diyen biriydi bu hoca. Masamıza davet ettim. Yaptıklarından haberim olmadığını sandığından olsa gerek, gayet rahat gelip masamıza oturdu ve söylediğim kahveyi içerken hocam hayrola ne iştir? Ziyaretinizin nedeni nedir diye sorduğumda, vali beyin şoförlüğünü yapıyorum dediğinde hiç şaşırmadım. Bu ara vali mahallelilere ne sorununuz varsa söyleyin de bileyim ve sorunlarının çözümü için çare arayalım dediyse de mahallelinin yanıtı hep aynıydı. Sağlığınız paşam. Vali siz benim sağlığımı boş verin. Hamdolsun sağlığım yerinde. Siz kendi dertlerinizi, sorunlarını anlatınız bana dediyse de yanıt aynıydı. Sağ olun paşam. Bizim hiçbir derdimiz yok: arkadaşlarıma oyunu bırakalım. Vali ile ben konuşayım dedim. Oyunu bıraktık. Dışarı çıkıp Sayın Valimiz hoş geldiniz dedim. Vali de hoş bulduk dedi. Hemen söze girdim. Sayın Valimiz, deminden beri mahallelilerimize bir isteğiniz var mı diye soruyorsunuz ama aldığınız yanıt hep aynı. Hepsi sağlığınızı diliyor. Öncelikle şunu söyleyeyim. Tüm dünyadaki insanlarını eleseniz bu denli tembel insanları Datça’nın insanları gibi bir araya getiremezsiniz. Peki,  bu insanlar doğuştan mı bu denli tembeller? Yoksa çok daha başka bir nedeni mi var? Bu insanların tembelliği doğuştan değil Datça’nın doğal şartlarından kaynaklanmaktadır. Ne üretirlerse üretsinler. Ürettiklerine Pazar bulma şansları hiç yok. Bunun nedeni ise tüketim merkezi olan yerleşimlere çok uzak oluşudur. Ürettiklerini tüketim merkezlerine gönderecek olsalar gönderdikleri yol masrafını karşılamaz. Ürettikleri ellerinde kalacaksa niye üretsinler? Neyse ki doğa buraya çok önemli iki nimet vermiş. Birincisi badem, ikincisi ise harnuptur. Vali harnup dediğin nedir diye sorduğunda bildiğiniz keçiboynuzu dedim. Harnup ve badem ağaçları hiç bir bakım gerektirmeyen ağaçlardır. İlkbaharda badem ağaçları çağla verdiklerinde çağlaların en az dörtte üçünü toplayıp satarlar. Kalan çağlalar hızla gelişerek dünyanın en iri ve en kaliteli bademleri olurlar. Bu sayede çok iyi bir paraya satarlar. Harnuba gelince, o denli verimlidir ki, olgunlaştıklarında kendiliğinden yere dökülürler. Ağacın sahibine ağacın altına dökülenleri toplayıp çuvallara doldurmak kalır. İyi para eden yemeklikleri ayırmaya bile gerek görmeden tüccara satarlar. Bu da onların kıt kanat geçimlerini sağlar. Oysa Datça iklimiyle seracılığın merkezi olabilir ama önce ulaşım ve sulama sorunlarının halledilmesi gerekir. Datça yağmur fakiri bir yerdir. Bu sorunun çözümü için dere yataklarına bentler yapıp suyun denize akması önlenmelidir. Bentler su tutmasa da yer altı sularının zenginleşmesini sağlarlar. Sayın Bülent Ecevit döneminde tüm ovaya sulama kanaletleri döşemişlerdi. Kargı koyundaki havuzun suyunu bu kanaletlere pompalamışlardı. Havuzun kaynak suyu deniz suyundan bile daha sert olduğu için bu suyu arazilerinde kullananların ürünlerinin kurumasına neden olmuştu. Şimdi o kanaletler kaderine terk edilmiş durumda. Seracılıkta ise fazla suya gerek yoktur. Bu nedenle az su ile çok rahat sera ürünleri yetiştirile bilir. Seraları kurduk. Bol bol ürün yetiştirdik. Peki, bu ürünleri nasıl pazarlara göndere bileceğiz? Bunun tek bir çözümü vardır. Bu ürünleri deniz yolu ile pazarlara ulaştırılması gerekir. Öncelikle İsrail’in yaptığı gibi tarımda planlı üretim dönemi başlatılmalıdır. Üretici ne kadar ürün yetiştirir ise tamamını sata bileceğini bilmelidir. Bu konuda yine İsrail’i örnek vereceğim. İsrailliler üretecekleri ürünlerin pazarlamasını daha ürünleri dikmeden yaparlar. Ürün tanıtım ve pazarlamasını yapan elemanlar yaptıkları bağlantıları merkeze bildirirler. Talep edilen ürünlerin kaç dekar alanda yetiştirileceğinin hesabı yüzde yirmi toleransa göre yapılır. Ola ki iklim uygunsuz olur ve üretilecek ürün yüzde yirmi eksik olabilir. Peki, aksine olursa, yani olabildiğince bereketli bir yıl yaşanırsa ne olur? Limanda frigo firik gemileri vardır. Fazla gelen ürünler gemilere yüklenip Baltık denizine gönderilir. Çevre ülkelerinin gereksinimine göre alıcılara pazarlanır. Datça’da üretilenler için de uygulanması gereken tek model budur. Bu yapılmazsa hiçbir kimse üretim için yerinden bile kıpırdamaz. Lütfettiniz beni dinlediniz diyerek sözlerime son verdiğimde siz ne iş yapıyorsunuz diye sordu? Elektrik ve elektronik teknisyeniyim dedim. Muğla’ya geldiğin oluyor mu diye sorduğunda sık, sık gelirim dediğimde, geldiğinde bana uğra. Seninle uzun, uzun konuşalım dedi. Bir süre sonra gittiğimde valinin tayini çıkmış olduğundan görüşmemiz kısmet olmadı. Bu yüzden de Datça’da konuştuklarım havada kaldı.

Ülkemizde seracılığa gereken destek verilecek olsa Avrupa’nın sera ürünleri merkezi oluruz. Zira seracılığa elverişli o kadar çok arazilerimiz var ki. Seracılık Akdeniz bölgesi ile güney Ege ile sınırlı olmamalıdır.

Özcan Nevres

Siyasi Yaşamımdan Anılar

Siyasi Yaşamımdan Anılar

Bin dokuz yüz atmış altı yılında Muğla’ya yerleştiğimde ilk işim Demokrat İzmir gazetesi temsilciliğime ek olarak CHP nin yayın organı Ulus gazetesinin de temsilciliği üstlenmek olmuştu. Kısa zamanda iyi bir çevre edinmiştim. Yerel gazetelerde yayınlanan siyasi ve çevre ile ilgili yazılarımla ve bir de İlkadım gazetesinde yayınlanan şiirlerimle iyice tanınır olmuştum. Dükkânımın bulunduğu sokakta bir de meyhane vardı. Meyhanenin tuvaletini kullandığım için sahibiyle iyi bir dostluk kurmuştum. Bir gün yanında genç biriyle yanıma geldi. Bu benim damadım diyerek tanıştırdı. Damadımın çok önemli bir sorunu var. O sorun için sana geldik. Damadımın kız kardeşi Gaziantep’te hemşiredir. Sendikaya üye oldu diye onu lojmandan atmışlar. Bu yüzden kardeşi çok zor durumda kalmış. Bu konuda bize yardımcı olabilir misin dedi? Hemen Gaziantep milletvekili Aliihsan Göğüş’ü arayıp konuyu anlattım ve kızın adını soyadını verdim. Devlet Hastanesinde çalışmakta olduğunu da belirttim. Aradan bir hafta geçmeden Aliihsan Göğüş’ten bir mektup aldım. Mektupta söz konusu hemşirenin Muğla’ya tayinini çıkarttığını yazıyordu. Tam o sırada hemşirenin ağabeyi geldi ve kendisine müjde vermeme fırsat kalmadan sana teşekkür etmeye geldim. Kardeşimin tayini Muğla’ya yapıldı dedi. Mektubu gösterdim. Tayininin yapıldığını biliyorum dedim. Bu sayede çok iyi bir dost edinmiştim.

CHP Merkez ilçe başkanının dükkânına uğradım. Hem biraz siyaset konuşuruz. Hem de CHP ye üye olmak istediğimi söylerim diye düşünmüştüm. Çok soğuk karşılandım. Yine de konuyu açtım ve CHP ye üye olmak istediğimi söyledim. Seni biz partimize üye yapmayız. Senin hakkında bize rapor geldi. Sen komünistmişsin. Bu nedenle kaydını yapmamız mümkün değil dedi. Ben Menemen’in sayılı zenginlerinden birinin oğluyum. Ben enayi değilim. Babamdan kalacak olan mirası ben yemeyeceğim, siz yiyin diyecek kadar. Babam altı yıldan beri CHP li biri olarak TARİŞ’te üzüm birliği başkanlığını sürdürmektedir. Anlat, anlat deşarj olursun. Gurbette öğünmek hamamda şarkı söylemeye benzer dedi. Ben de bir gün bana üye olmamı önermek için geleceksin ama geldiğinde hava alacaksın dedim. CHP nin yayın organı ULUS gazetesiyle CHP nin en büyük destekçisi Demokrat İzmir gazetelerinin temsilcisi olmama rağmen böyle bir durumla karşılaşmak canımı sıkmıştı. Günü geldiğinde bu adama mutlaka dersini vereceğim dedim ve o günü sabırla bekledim.

Dükkânım CHP İl Başkanı Avukat Fevzi Özer ile karşı karşıya idi. Bir gece başkanın bürosunda büyük bir hareketlilik vardı ama işim yoğun olduğu için ilgilenmemiştim. Bir ara büronun kapısı açıldı. İl yöneticileri merkez ilçe başkanı ile doğruca dükkânıma geldiler.  İl başkanı Nevres dedi. Sana bir işimiz düştü. Genel başkanımıza bir türlü ulaşamıyoruz. Onu Muğla’ya davet etmek istiyoruz. Sen Ulus gazetesinin temsilcisisin. Bu konuda bize yardımcı olur musun dedi? Telefonun kolunu çevirdim. Santral memuresine bir İzmir yazdırmak istiyorum. İhbarlı olacak dedim ve görüşme adresini yazdırdım. Büyük Efes otelinden Sayın Bülent Ecevit dedim. Sürekli basın ile ilgili görüşmeler yaptığımdan her zaman benim görüşmelerime öncelik tanırlardı. İzmir’i hemen bağladılar. Sekreter hanıma Sayın Bülent Ecevit ile görüşmek istiyorum dediğimde sayın genel başkanım hiçbir kimse ile görüşmeyi kabul etmiyor dedi. Hanım efendi lütfen sizi Özcan Nevres arıyor diye söyler misiniz? Bir yararı olamaz ama söyleyeyim dedi. Az sonra sayın genel başkanım sizinle görüşmeyi kabul etti efendim derken şaşkınlığı kelimelerden anlaşılıyordu. Sayın başkanım, sizi Muğlalılar adına Muğla’ya davet etmek istiyoruz. Şu an il başkanımız da yanımda. Lütfen onunla görüşür müsünüz dedim ve ahizeyi başkana verdim. Benim davetimi başkan da yineledi. Görüşe bildiklerinden çok memnun olmuşlardı. Merkez ilçe başkanı yarın gel de senin kaydını partimize yapalım dediğinde gerek yok dedim. Benim Menemen CHP deki kaydım bana yeter. Böylece ahdetmiş olduğum intikamımı almış oldum.

Seçim arifesinde Ulus gazetesinden Devrim gazetesinin sahibi ile merkez ilçe başkanına temsilcilik belgesi göndermişler. Bu arada beni de telefonla arayıp belediye başkan adayları ile röportaj yapmamı istediler. Sizin bana artık ihtiyacınız kalmadı. İki tane yeni temsilciniz var. Onlar size bu hizmeti hakkıyla verirler dedim. İkisinin de muhabirlik yapamayacaklarını biliyoruz. Yukarıdan gelen baskıyla o belgeleri vermek zorunda kaldık. Lütfen bu durumu önemsemeyin. Bizim Muğla’da tek temsilcimiz var. Oda sizsiniz dediler. Beni yok farz edin. Yola yeni temsilcilerinizle devam edin dedim. Az sonra çok değer verdiğim İzmir Milletvekili Şeref Bakşık aradı ve ısrarla temsilcilik görevini sürdürmemi istedi. Onu kıramazdım. Bu yüzden gazete kapatılıncaya kadar görevime devam ettim. Gazeteye ilk röportajı gönderdiğimde bir ek yazdım. Kendi gazetesine dahi iki satır yazmayı beceremeyen birilerinin temsilciliği hayırlı olsun dedim.

CHP yi barajın altına düşüren Sayın Deniz Baykal tekrar genel başkanlığa döndüğü gün CHP den istifa ederek siyasi yaşamımı noktaladım.

Özcan Nevres     ozcan.nevres@gmail.com

 

Düşman Çemberinde

Düşman Çemberinde

Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün yurtta sulh, cihanda sulh sözleri artık bu hükümete göre geçerliliğini yitirdi. Günümüzde artık durmadan düşman kazanılıyor. Değerli okurlarım, haritayı önünüze alıp güzelce bir inceleyin. Şu ülke bizim can dostumuz diyebilir misiniz? Tam Suriye ile tüm pürüzleri giderip iki ülkenin liderleri kardeşlik mesajları verirlerken, özel uçaklarıyla birbirlerine kahvaltıya gidip gelirlerken ne olduysa oldu. O günün başbakanımız birden kardeşim dediği Esed isyancıların kıskacına düştüğünde, başbakanımız Esed’i can düşmanı ilan etti. Esed en geç altı ayda düşecektir dedi ama Esed çetin ceviz çıktı. Bırakınız düşmesini giderek daha da güçlendi. Zira artık Esed’i destekleyen ve nükleer güç olan Rusya, Çin ve İran gibi ülkeler var. Bu ülkelerin yöneticileri biz Esed’i yedirmeyiz. Onu sonuna kadar destekleyeceğiz diyorlar. Bu madalyonun bir de arka yüzü var. Ülkemizin başbakanı Esed’i devireceğim diye yüklendikçe bırakınız yakın komşularımızı, uzak ülkelerin dahi dostluklarını yitiriyoruz.

Bir ülkenin sudan bahanelerle komşu ülkeye saldırması saldıran ülkeye hiçbir şey kazandırmaz. Aksine çok şeyler kaybettirir. Avuç içi kadar İsrail her zaman Arap ülkelerinin tozunu silkeliyor. Peki neden? Çünkü İsrail’in elinde nükleer silahlar var. O nükleer silahlar sayesinde tüm komşularına borusunu öttürüyor. Esed de çevresinde hiç dostu olmadığı halde onca saldırıya karşı tüm gücüyle direniyor. Canı yanan eşek atı geçer derler. Esed’in elinde mutlaka nükleer silah var. Elbette ki bu korkunç silahı kendi ülkesinde çetelere karşı kullanamaz ama yabancı bir ülke saldırdığında bu silahı kullanmaktan çekinmeyecektir. Günümüzde savaş en istenmeyen olgudur. Özellikle üçüncü dünya savaşına neden olabilecek bir savaşı başlatmak aklın ve mantığın alabileceği bir iş değildir.

***

Ülkemizin mahvedilmesi için nükleer bir savaşa gerek yok. Zaten biz ülkemizi mahvetmek için tam gaz ormanları yok etmek için var gücümüzle çalışıyoruz. Bakınız Menemen ve Bergama ovaları ülkemizin en verimli ovalarındandır. Aliağa ovası da hafife alınacak bir ova değildir. Bu ovaları olumsuz etkilemekte olan demir-çelik fabrikaları yetmezmiş gibi ithal kömüre dayalı en az sekiz elektrik santralı kurulma çalışmaları yapılmaktadır. Bu santrallere yer açmak için Ilıpınar ormanında büyük bir ağaç katliamı sürdürülmektedir. Eğer bu santraller kurulacak olursa o verimli ovalarda ağaçlar kuruyacak ve ot bile bitmeyecektir. O yörede yaşayan insanlar da akciğer hastalıkları ile yaşamak zorunda kalacaklardır. Bu santraller ayrıca yıldızı parlamakta olan ve son yıllarda turizmde büyük bir atak yapmış olan Foça’yı da çok olumsuz etkileyecektir.

ÖzcaN Nevres     ozcan.nevres@gmail.com

Silivri’nin Belalısı Bğluca Deresi

Silivri’nin Belalısı Boğluca Deresi

Geçmişte akarsular çevresindeki güzelliklere güzellik katarlardı. Dahası çevrelerine hayat verirlerdi. Oysa günümüzde öyle mi? İşte gözümüzün önündeki Boğluca ve Tuzla dereleri. Bu derelerden su değil, irin akıyor. Çevrelerine hayat vereceklerine iğrenç kokular ve hastalıklar yayıyorlar. Boğluca deresinde iki yıldan beri bir türlü bitirilememiş ıslah yani iyileştirme çalışmaları var. Hem öyle bir iyileştirilecekti ki, içerisinde gondollar gezecekti. Boğluca deresinin ıslah çalışmalarının bitirildiğini farz edelim. Set görevi görecek olan duvarları tamamlandı. Tabanı betonlandı. Böylece iyileştirme çalışmaları tamamlandı diyelim. O iğrenç kokular ve sağlıksız durumlar yok olacak mı? Bir kere o derelere pis kokulu ve sağlığa zararlı atık sular akıtıldığı sürece bu derelerin temizliğinden söz edilemez. Bu derelerin sorumluluğu İstanbul Büyük Şehir Belediyesine ait olduğuna göre sorunların çözümü de büyükşehir belediyesine aittir. Bu dereler ile ilgili sorunlar halkın sorunlarıdır. Büyükşehir belediyesi Silivri’de belediye seçimini CHP kazandı diye sorunları göz ardı edemez. Eğer ediyorsa bu yalnızca CHP liler değil AKP ye oy verenler de cezalandırılmış olur.

Bu gün çarşıya giderken Silivri Kent Konseyi gönüllülerinin bir stant kurup İstanbul Büyükşehir Belediyesine sunulmak üzere imza kampanyası yaptıklarını gördüm. Boğluca deresinin kirliliğinden tedirgin olan biri olarak gönüllülerin açmış oldukları sayfayı imzaladım. Söylediklerine göre on bin imzaya ulaştıklarında imza tutanaklarını büyükşehir belediyesine sunacaklar. İnşallah büyükşehir belediyesi bu imzaların sahiplerine saygı duyar ve gerekeni yapar.

Yıllar önceydi. Dere üzerindeki tarihi köprünün kemerlerinde çok önemli taşlarda kaymalar olduğunu gördüm. Taşların kaydığı yerlerin fotoğraflarını çekip köşe yazılarımın yayınlanmak ta olduğu gazetede yayınlanmasını sağladım. Daha sonra bu konuyu bir daha dile getirdim. Sonunda Karayolları yapılması gerekeni yaptı ve köprüyü her hangi bir felakete neden olmadan yaya ve araç trafiğine kapattı. Peki, bundan sonra ne yapılmalıydı? Bu köprü Silivri’nin büyük bir bölümünün Silivri’nin kalbi sayılacak olan cadde ile bağlantısını sağlıyordu. Dolayısıyla hemen onarılmasına başlanılmalıydı. Ama olmadı. Neredeyse iki yıl geçmesine rağmen köprüye çivi dahi çakılmadı. Bu köprünün çok yüksek tarihi değeri vardır. Bu yüzden tamamen yıkılmadan onarılması ve yenilenmesi gerekir. Bu haliyle bekletmek ileride hiç istenmeyen bir duruma neden olacaktır. Köprü tamamen yıkılacak olursa onarılıp yenilenmesi çok daha zor olacaktır. Üstelik bu köprünün trafiğe kapatılmış olması yüzünden kitle taşıma minibüslerini zora soktuğu gibi yol bilmeyen yabancıları da zora sokmaktadır.

Silivri belediyesi büyükşehir belediyesi izin versin o köprünün yanı başına trafiği rahatlatacak ikinci bir köprü yapayım diyor. Ki yapılması gerekmektedir. İşin içine siyaset girince ne yazık ki bu yapılamıyor. Büyük şehir belediyesi hayır ben yapacağım diyor ve ikinci köprünün yapılmasına izin vermiyor. Ey büyükşehir belediyesi, ne duruyorsun? Hadi yapsana. Yapmanızı engellemek için sizi tutan mı var? Hadi size bir tüyo vereyim sayın büyükşehir belediyesinin yöneticileri. Şanlı ordumuzun seferi durumda akarsuları aşmak için ellerinde bulundurdukları portatif köprüler var. Ordumuzdan talep edildiğinde oraya yeni köprü inşa edilinceye kadar birkaç gün içinde portatif bir köprü mutlaka kurarlar.

Modern dedikleri ülkemize yakışmayan bir durum. On dakika önce yağmur çiselediğinden olsa gerek elektrik kesildi. Bu durumda yazıma son vermek zorundayım. Köprülerin trafiğe kapatılmadığı ve yağmur çiselemesiyle kesilmeyen elektriğe kavuşmamız dileğiyle

Özcan Nevres.    Ozcan.nevres@gmail.com